6 Ağustos 2016 Cumartesi

11 Kasım 1938'de Başlayan Süreç 


Türk Devrim'i, 20.yüzyılın niteliğini tam olarak kavrayamayan, politik yetersizlik içindeki dar bir kadroyla gerçekleştirildi. Devrim'e önder olarak katılanlar içinde, girişilen işin gerçek boyutunu kavrayanlar küçük bir azınlık durumundaydılar. Mustafa Kemal dışında; çağın koşullarını, geçerli dünya düzenini, bu düzenin ekonomik-politik dayanaklarını, emperyalizmi, ulusal bağımsızlığın önemini anlayan ve bu anlayışa uygun politika geliştiren insan çok azdı. Devrim'in kuramcı ve uygulamacısı tek başına Mustafa Kemal Atatürk'tü. Kurtuluş Savaşı'na katılıp yararlılıklar gösteren Kazım Karabekir, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Cafer Tayyar gibi önde gelen komutanlar, kendilerini tanzimat batıcılığının etkisinden kurtaramıyor; önem ve boyutunu tam olarak kavrayamadıkları devrim atılımlarından ürküyorlardı.

Kazım Karabekir'in Genel Başkan, Rauf Orbay ve Adnan Adıvar'ın Başkan Yardımcısı,Ali Fuat Cebesoy'un Genel Sekreter olduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1924'de kuruldu ve devrim atılımlarına hazırlanan Mustafa Kemal'e karşı muhalefet başlattı. Kurucuları anti-emperyalist bir savaşın komutanları olmasına karşın, parti programı, bugünkü IMF isteklerine benzer ekonomik yaklaşımlar içeriyordu. Londra'da yayımlanan ve Kurtuluş Savaşı'na karşıt yayınlarıyla öne çıkan 'Times' gazetesi 14 Kasım 1924 tarihli sayısında, bu 'yeni' partiyi, 'Mustafa Kemal'in her adımını' eleştirdiği için kutlamış ve Türkiye'deki "İngiliz çıkarlarının korunması" umutlarını bu partinin başarısına bağlamıştı. Fırka programında şunlar söyleniyordu: "...Parti, limanlara giriş ve çıkışta alınan gereksiz gümrük vergilerinin derhal kaldırılmasını savunur... İç ve dış transit ticaretinin gelişmesini önleyen tüm kısıtlama ve engeller kaldırılacaktır. Ulusal sanayinin korunması için getirilen kısıtlamalar kaldırılacak, ithalattan alınan gümrük vergileri azaltılacaktır. Ekonomiyi yeniden inşa etmenin zorunluluğu karşısında, yabancı sermayenin güvenini kazanmaya çalışılacaktır. Her türlü tekelin, bu arada devlet tekellerinin de çoğalmasına karşı çıkılacaktır. Merkezi yönetim biçimi yerine, yerel yönetimler gerçekleştirilecektir. Ülkede liberalizm uygulanacak, devlet küçülecektir. Halkın dini inançlarına saygı gösterilecektir..."

Rauf Orbay, 1924 yılında Meclis'te yaptığı konuşmada Cumhuriyet ilanı ile hilafetin kaldırılmasından başka herhangi bir devrim henüz yapılmamış olmasına karşın; "Devrimler bitmiştir. Devrim sözü sermayeyi ürkütüyor" demişti. 1924'de Başbakan, 1930'da da Serbest Fırka'nın Başkanı olan Fethi Okyar da benzer düşüncede bir kişiydi. Meclis'te, birçok yasa, tutucu milletvekillerinin ikna edilmesiyle çıkarılıyordu. İsmet İnönü, verilen görevi başarıyla yerine getiren iyi bir uygulamacıydı, ama düşünce yapısı olarak emperyalizmi kavrayamamış bir tanzimat aydını'ydı. Türk Devrimine önderlik edebilecek, sosyal, ekonomik, tarihsel kültüre ve anti-emperyalist bilince sahip değildi.

Devrimlerin gerçekleştirilmesi, Türk halkının Mustafa Kemal'e gösterdiği güvene, devrimci kararlılığına, örgütsel yeteneğine ve sahip olduğu yüksek bilinç düzeyine dayanıyordu. Devrimci kararlılığından ödün vermiyor, ülkenin gerçek kurtuluşu için sonuna dek gideceğini söylüyordu. 3 Mart 1925'de parti gurubunda yaptığı uzun konuşmasını şu cümleyle bitirmişti "Devrimi, başlatan tamamlayacaktır."

Devrim, kendisini koruyacak kadroları tam olarak yetiştiremeden, Atatürk 1938 yılında öldü. Atatürk'ün yerine, "en uygun kişi" olarak İsmet İnönü getirildi. İnönü'nün, 1938-1950 arasındaki, "milli şef" konumu ve geniş iktidar yetkileriyle sürdürdüğü yönetim dönemi, Atatürkçü politikanın temel ilkeleriyle çelişen uygulamaların yer aldığı bir dönem oldu. Atatürkçülükten geri dönüş süreci, yaygın bir kanı olan 1950'de değil, bu dönemde başladı.

*

Atatürk'ün ölümünden bir gün sonra, 11 Kasım 1938'de toplanan TBMM, İsmet İnönü'yü oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçti. Önderini yitirmenin acısını yaşayan Türk halkı bu atamayla fazla ilgilenmedi ve seçimi genel olarakDevrim'den Ödünler 1938-1950 uygun buldu. İsmet İnönü, usulen istifa etmiş olan Celal Bayar'ı hükümeti kurmakla yeniden görevlendirdi. Ancak, kurulan yeni hükümette önemli iki değişiklik vardı. İçişleri BakanıŞükrü Kaya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Araş yeni hükümette yer almıyordu. Cumhuriyet devrimlerinin uygulamasında, en önde görev almış bu iki önemli bakana,İnönü'nün isteği üzerine hükümette görev verilmemişti.

1939 Martı'nda, milletvekili adaylarının tümünü İnönü'nün seçtiği erken genel seçimler yapıldı. Aday belirlemede kullanılan ölçüt ve seçilen adayların niteliği, Atatürk dönemi uygulamalarında değişiklik olacağını gösteriyordu. Atatürk'ün güven duyup uzun yıllar birlikte çalıştığı devrimci kadro milletvekili yapılmamıştı. Buna karşın, Cumhuriyet devrimlerini kavrayamayıp Atatürk'le siyasi çatışma içine giren, Terakkiperver Fırka kurucuları dahil, muhalif unsurlar Meclis'e alınmıştı. Atatürk döneminde Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı yapan ve ilk inkilap tarihi derslerini veren Prof.Hikmet Bayur'un Atatürk'ün ölümünden sonraki uygulamalar için görüşleri şöyleydi:"... Atatürk ölür ölmez, Atatürk aleyhine bir cereyan başlatılmıştır. Mesela, Atatürk'e bağlı olan bizleri İnkılâp derslerinden aldılar. Kendi adamlarını koydular. O dönemde Atatürkçülüğü övmek ortadan kalkmıştı."

*

Atatürk'ün yakın çevresinin yönetimden uzaklaştırılmasıyla başlayan süreç, açıkça söylenmeyen ve yazılmayan ancak davranış biçimleriyle ortaya konulan sistemli bir politikaya dönüştürüldü. Bu politikanın somut sonucu; devlet politikalarında Atatürk veAtatürk dönemiyle "araya mesafe koyma" eğilimiydi. İnönü, "milli şef"ti ve herşeyi o belirliyordu. Devlet kadrolarında yükselmek isteyenler günün gereklerine uymak durumundaydılar. Atatürk'ün yakın çevresi gözden düşmüştü. Onlarla birlikte görünmek, devlet katında, yükselmeyi önleyen bir olumsuzluk haline gelmişti.

1939-1950 arasındaki 12 yıl, Kemalist atılımların durdurulduğu, geri dönüş sürecinin başladığı, çelişkilerle dolu bir geçiş dönemidir. Etkisini henüz yitirmemiş olan devrim ilkeleriyle, geri dönüş uygulamalarının iç içe geçtiği bu dönemde, Batı'yla uzlaşılmış, ve yeniden emperyalizmin etki alanına girilmiştir. İngiltere ve Fransa'yla 1939'da imzalanan Üçlü İttifak Antlaşması, yoğunlaşarak günümüze dek gelen bu sürecin başlangıcı olmuştur.

İsmet İnönü 1960'larda, Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada şöyle söylüyordu; "Demokratik rejime karar verdiğimiz zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi gerektiğini kabul etmiş oluyorduk." Değerlendirmedeki dikkat çekici yan, "büyük otorite ile büyük reformların yapılması döneminin" yalnızca değişmiş olması yönündeki saptama değil, "değişmesi gerektiği" yönündeki kabuldür. Burada devrimci dönemin, nesnel koşullar nedeniyle sona erdiği değil, devrimcilikten vazgeçildiği söyleniyor. Oysa Kemalist düşünce ve eylem, sürekli devrimi kabul ediyor ve "Hiçbir gerçek devrim, gerçeği görenlerin dışında çoğunluğun oyuna başvurularak yapılamaz" "Devrimler yalnızca başlar, bitişi diye bir şey yoktur" diyordu. Görüşler arasındaki niteliksel karşıtlık, dünya görüşlerine dayanan yapısal bir farklılık mıydı, yoksa zaman içinde yeni koşulların neden olduğu düşünce değişikliği miydi ? Bu sorunun yanıtını, İsmet İnönü'nün, Mustafa Kemal'e 1919 yılında, henüz İstanbul'da iken yazdığı mektupta aramak gerekir; "Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak, yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir."

*

Atatürk'ün ölümünden yalnızca altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939'da İngiltere, 23 Haziran'da da Fransa ile iki ayrı deklarasyona imza attı. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu İngiltere Büyükelçisine, bu anlaşmalarla ilgili olarak, "Türkiye'nin bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine verdiğini" söyledi. Deklarasyonlara göre taraflar; "Akdeniz bölgesinde savaşa yol açabilecek bir saldırı halinde, etkin bir biçimde işbirliği yapmayı" kabul ettiler. Anlaşma üzerine İngiltere Başbakanı Arthur ChamberlainAvam kamarasında yaptığı konuşmada "erkek millet" diye Türkiye'yi övdü. Alman gazeteleri ise "Nankör Millet Türkiye" başlıklarıyla çıktı. Bu iki deklarasyon, daha sonra 19 Ekim 1939 tarihinde "Üçlü İttifak Anlaşması" haline getirildi. Bu anlaşmanın yapıldığı günlerde, İngiltere ve Fransa, Almanya ile savaş halindedir ve 2.Dünya Savaşı sürmektedir.

Kemalist politikalardan ilk ödün, Atatürk'ün üzerinde en çok durduğu konulardan biri olan dış siyaset konusunda verilmiş, 15 yıl önce savaşılan Batı'yla ittifak içine girilmişti. Oysa Atatürk, bağımsızlığa özen gösterilmesini, özellikle Batı'yla ittifak anlaşmaları yapılmamasını istemişti. Ölümüne yakın "Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir'" diyerek vasiyet niteliğinde önermelerde bulunmuştu. Ancak, yerine geçenler, ölümünden yalnızca 6 ay sonra, Batı'yla ittifak anlaşmaları imzalamışlardı.

İttifak Antlaşması yapılan İngiltere, 1918'de "Türkiye'yi yok etmeye kararlı olduğunu" açıklıyor, "Türklerin vahşi talancılar olduğunu" ve "Anadolu'dan uzaklaştırılacaklarını" söylüyordu. 1930 yılına dek süren Kürt ayaklanmalarının hemen tümünü kışkırtıyor ve Musul'u almak için, Türkiye karşıtı her türlü eylemin içinde yer alıyordu. Türkiye böyle bir ülkeyle, hem de dünya savaşı sürerken ittifak anlaşması yapıyordu. İngiltere ve Fransa ile yapılan 1939 üçlü ittifak anlaşması, hem anti-Kemalist sürecin başlangıcı, hem de buna bağlı olarak Türkiye'nin tekrar Batı'nın etkisine girmesinin kabulü anlamına geliyordu.

*

Oysa Mustafa Kemal, Batı'nın Türkiye ve Türkler için ne anlama geldiğini her yönüyle ele almış, Batı'yla bağımlılık doğuracak herhangi bir ilişkiye girmemişti. Kurtuluş Savaşı'nın en zorlu günlerinde, 1921 sonlarında şunları söylüyordu: "İlkbahara kadar üç ay içinde bu silahları elde edemezsek diplomasi kanallarıyla bir çözüm yolu aramak zorunda kalacağız. Bunu arzu etmiyorum. Biliyorum ki Batı ile uyuşma, Türkiye'nin kaçınılmaz olarak kökleştirilmesi anlamına gelecektir." Bu sözler, savaşın olanaksızlıkları ve silah ihtiyacının yarattığı gerilimlerin duygusal dışa vurumları değildir.

Aynı yıl, Türk Kurtuluş Savaşı'nın uluslararası boyutunu açıklarken şunları söylemiştir: "Bana göre Türkiye, Doğu ve Batı Dünyası'nın sınırındaki coğrafi konumuyla ilginç bir rol oynuyor. Bu durum, bir yanı ile yararlı iken, diğer yandan tehlikelidir. Batı emperyalizminin Doğu'ya yayılmasını durdurabileceğimiz için, Türkiye'yi öncü olarak gören bütün Doğu halklarının sevgisini kazanmış bulunuyoruz. Diğer yandan, bu durum bizim için tehlikelidir. Çünkü, Doğu'ya yönelen saldırıların bütün ağırlığı, öncelikle bizim üzerimizde yoğunlaşmış bulunuyor. Türk halkı bu konumu ile gurur duymakta ve Doğu'ya karşı bu görevi yerine getirmekten mutlu olmaktadır."

Mustafa Kemal, Türk Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalist niteliğini tüm boyutlarıyla saptar ve saptamalarını eyleme dönüştürür. Batı emperyalizmi için şunları söyler: "Biz, Batı emperyalizmine karşı yalnızca kurtuluşumuzu sağlamak ve bağımsızlığımızı korumakla yetinmiyoruz. Aynı zamanda, Batı emperyalistlerinin, güçleri ve bilinen araçlarıyla Türk milletini emperyalist politikalarına araç olarak kullanmak istemelerine engel oluyoruz. Bununla bütün insanlığa hizmet ettiğimize inanıyoruz."

ABD Türkiye'ye Yerleşiyor

ABD, İkinci Dünya Savaşı'ndan Batı dünyasının yeni lideri olarak çıktı. Savaşın gerçek galibi, "gelişmenin, barışın ve demokrasinin" temsilcisi olarak "göz kamaştıran" bir varsıllığa sahipti. Onunla iyi ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına "hak kazanmak", "hür dünyaya" katılarak, "özgür ve uygar" olmanın, kaçırılmaması gereken fırsatıydı. Dünyanın önemli bir bölümü böyle düşünüyordu. ABD ve Amerikan yaşam tarzı, tüm dünyayı saran bir modaydı.

Oysa bu "moda"nın arkasındaki gerçek, yoksul ve güçsüze yaşam şansı vermeyen genel, yaygın, örgütlü ve zora dayanan yeni bir dünya sistemiydi. Bu sistemin ekonomik ve politik amaçları içinde; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini belirleme, ulus çıkarlarına sahip çıkma ya da bağımsızlıklarını koruma gibi kavramlara yer yoktu. Yeni düzen, bunları yok etmek üzere geliştirilmişti.

Türkiye, Yeni Dünya Düzeni'ne katılmada dünyadaki bütün azgelişmiş ülkeler içinde en 'istekli' ülke oldu. Daha 20 yıl önce, emperyalizme karşı, dünyadaki ilk başkaldırı hareketini başarmış olan bir ülkenin bu durumu, gerçek anlamda bir ulusal dramdı. Kemalist mirasın açıkça reddedilmesiydi.

1939 Üçlü İttifak Anlaşmasıyla başlayan Batı'ya bağlanma süreci, savaşın bitmesi ile olağanüstü hız kazandı. Türkiye, toplumsal düzeni, siyasi işleyişi ve ekonomik gereksinimlerine uygun düşmemesine karşın, ABD'nin isteği üzerine 'çok particiliği' kabul etti ve 24 Ekim 1945'te kurulan Birleşmiş Milletler'e girdi. BM'den sonra kurulan hemen tüm uluslararası örgütlere; inceleme yapmadan, araştırmadan ve bilgi sahibi olmadan üye oldu. 14 Şubat 1947'de Dünya Bankası, 11 Mart 1947'de IMF, 22 Nisan 1947'de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948'de Marshall Planı, 18 Şubat 1952'de NATO, ve 14 Aralık 1960'da OECD'ye katıldı. Bunlardan başka, sayısını ve niteliğini bile tam olarak bilmediği, çok sayıda ikili anlaşmaya imza attı. Gümrük Birliği Protokolüyle kapılarını AB'ne açtı. IMF ve Dünya Bankası ile bütünleşti. Türkiye'nin katıldığı tüm uluslararası anlaşmaların ortak özelliği, Batı'ya bağımlılığın arttırılması ve egemenlik haklarının törpülenmesiydi.

*

ABD ile yapılan ilk ikili anlaşma, daha savaş bitmeden 23 Şubat 1945'te imzalanan anlaşmadır. Borç verme ve kiralamalarla ilgili olan bu anlaşma, TBMM'nde 4780 sayıyla yasalaşmıştır. Anlaşmanın temel özelliği; adının "Karşılıklı Yardım Anlaşması" olmasına karşın, ABD isteklerinin Türkiye tarafından kabul edilmesi ve Türkiye'yi ağır yükümlülükler altına sokmasıdır. Anlaşmada, koruyucu hükümler olarak yer alan maddelerle, Türkiye'nin değil, hiçbir yükümlülük altına girmeyen ABD'nin "hakları" koruma altına alınmaktadır. Anlaşmanın 2.maddesi şöyledir: "T.C. Hükümeti, sağlamakla görevli olduğu hizmetleri, kolaylıkları ya da bilgileri ABD'ne temin edecektir." Böyle bir maddenin bağımsız iki ülke arasında yapılan bir anlaşmada yer alması elbette mümkün değildir. T.C. Hükümeti, ABD'ne hizmet sunmakla görevli olacak ve bu görevin sınırı da belli olmayacaktı.

İkinci anlaşma, 27 Şubat 1946 tarih ve 4882 sayılı yasayla kabul edilen bir kredi anlaşmasıdır. Bu anlaşmanın özü, dünyanın değişik yerlerinde ABD'nin elinde kalan ve geri götürülmesi pahalı olan, eskimiş savaş artığı malzemeyi satın alması koşuluyla Türkiye'ye 10 milyon dolar borç verilmesidir. Bu anlaşma, Türkiye'yi her yönden bağımlı hale getirecek anlaşmalar dizisinin öncülerindendi ve ulusal güvenliğe zarar veren ağır koşullar içeriyordu.

Anlaşma'nın birinci bölümünde, "T.C. Hükümeti, ABD Dış Tasfiye Komisyonunun Türkiye dışında satışa çıkardığı, kullanım fazlası malzeme ve donatımlardan, ihtiyaçlarına denk düşenleri satın almak istediğinde, bu alımın 10 milyon dolarlık bölümü için, iki hükümet aşağıdaki maddeleri kabul etmişlerdir" deniliyor ve koşullar sıralanıyordu. I. ve III. alt maddelerinde, borç olarak verilen 10 milyon doların, geri ödeme biçimi belirleniyordu: "Birleşik Devletler, faiz dahil taksitlerin resmi rayiç üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de isteyebilecektir. Türk Lirası ödemeler, T.C. Merkez Bankasında özel bir hesaba yatırılacak ve Birleşik Devletlerin arzusuna göre; kültürel, eğitimsel ve insani amaçlara ya da Birleşik Devletler tarafından Türkiye'de kullanılan memurların harcamalarına tahsis edilecektir."

ABD, bu anlaşmayla çok yönlü kazançlar elde etmektedir. Elindeki savaş artığı malzemeyi satmakta, Türkiye'yi bu malzemelere ait yedek parça bağımlısı haline getirmekte ve Türkiye'de faaliyet gösterecek personelinin giderlerini Türkiye'ye karşılatmaktadır. Bu işler için hiçbir masraf yapmamaktadır. Kültürel, insani ve eğitimsel faaliyetlerin ne anlama geldiği, bugün daha iyi görülebilmektedir. Kimlere ya da hangi örgütlere ne miktarda ve ne amaçla yapıldığını yalnızca Amerikalılar'ın bildiği yardımlarla, ABD Türkiye'deki gücünü hızla arttırmış, toplumun her kesiminden kendisine bağlı insan yetiştirmiştir.

Anlaşmanın ikinci bölümünde de Türkiye için kabul edilemez nitelikte hükümler vardır. İkinci bölümün birinci maddesi şöyledir; "ABD Dış Tasfiye komisyonu, Türk Hükümetine satacağı malzemelerin fiyatlarının envanterini ve listelerini verecektir. Satış fiyatı, ilgili mümessiller arasında görüşülecektir. Türk Hükümeti malzemeyi bulunduğu yerden ve bulunduğu gibi alacaktır. Alınan malzemenin mülkiyeti Türkiye'ye geçmeyecek, ABD Hükümeti alınan malzeme için herhangi bir teminat vermeyecektir."

Anlaşmaya göre Türkiye, satın almak istediği malzemeyi yerinde nasılsa, kırık, bozuk işlemez ya da tamire muhtaç olsa da alacak, ABD bozukluklar için herhangi bir yükümlülüğe girmeyecektir. Ayrıca satın alınan malzemenin mülkiyet hakkı Amerikalılar'da kalacaktır. Çünkü 23 Şubat 1945 tarihli ilk anlaşmanın 5.maddesine göre Türkiye, ABD Başkanı gerek görürse, bu malzemeleri, parası ödenmiş olsa da geri vermeyi kabul etmiştir.

Anlaşmanın imzalandığı 1947 yılında, Atatürk'ün "en yakın çalışma arkadaşı" İsmet İnönüCumhurbaşkanıdır. O günlerde devlet hazinesinde 245 milyon dolarlık altın ve döviz stoğu vardır. Kurtuluş savaşının kazanılmasının ardından 25, Atatürk'ün ölümünden ise sadece 9 yıl geçmiştir.

*

12 Temmuz 1947'de imzalanan Askeri Yardım Anlaşması "Karşılıklı Yardım Anlaşması"nın doğal uzantısıydı ve 1952'de imzalanacak olan NATO'yla ilgili, ikili ve çok taraflı anlaşmaların ön hazırlığı niteliğindeydi. Belirgin özelliği, önceki anlaşmalarda olduğu gibi, ABD'nin belirleyici olmasıydı. Anlaşmanın 2. maddesi şöyleydi: "Türkiye Hükümeti yapılacak yardımı, tahsis edilmiş bulunan amaç doğrultusunda kullanabilecektir. Birleşik Devletler Başkanı tarafından atanan... misyon şefi ve temsilcilerinin görevlerini serbestçe yapabilmesi için, Türkiye Hükümeti her türlü tedbiri alacak, yardımın kullanılışı ve işleyişihakkında istenecek olan her türlü bilgi ve gözlemi, her türlü kolaylık ve yardımı sağlayacaktır."

Bu anlaşmanın ne anlama geldiğini, Türkiye 17 yıl sonra karşısına çıkan somut ve acı bir gerçekle öğrenecektir. Kıbrıs bunalımında, Kıbrıslı Türkleri korumak için son çare olarak yapılması düşünülen askeri harekat, ABD tarafından, bu anlaşmanın 2. ve 4. maddeleri gerekçe gösterilerek önlenmiştir. ABD Başkanı Johnson, o zaman Başbakan olan İsmet İnönü'ye ünlü mektubunu göndermiş ve bu mektupta şunları yazmıştı: "Bay Başkan, askeri yardım alanında Türkiye ve Birleşik Devletler arasında yürürlükte olan iki taraflı anlaşmaya dikkatinizi çekmek isterim. Türkiye ile aramızda var olan, askeri yardımın veriliş hedeflerinden başka amaçlarla kullanılması için, Hükümetinizin Birleşik Devletlerin iznini alması gerekmektedir. Hükümetiniz bu koşulu tamamen anlamış olduğunu, çeşitli kereler, Birleşik Devletler'e bildirmiştir. Var olan koşullar altında, Türkiye'nin Kıbrıs'a yapacağı bir müdahalede Amerika tarafından verilmiş olan askeri malzemenin kullanılmasına, Amerika Birleşik Devletlerinin izin vermeyeceğini, size bütün samimiyetimle ifade etmek isterim."

İkili Anlaşmalar ya da Dolaylı İşgal

ABD, anlaşmalarda kendince eksik gördüğü konuları, Türk Hükümetine verdiği notalarla çözmüştür. Örneğin; "Askeri Kolaylıklar Anlaşması"mn imzalandığı gün, ABD bir nota vermiş ve bu nota Türk Hükümetince hemen kabul edilmiştir. Amerikan personeline, diğer NATO ülkelerinde olmayan ayrıcalıklar tanıyan bu nota, TBMM'nin gündemine bile getirilmemiştir. Notanın 2.maddesine göre, Türkiye'ye giren ve çıkan Amerikan askeri personelinin giriş ve çıkışlarını Türk Hükümeti kontrol edemiyecektir. O yıllarda Türkiye'de değişik yerlerde 30 binden fazla Amerikan askeri olduğu ve uygulamanın Türkiye'de iş yapacak olan Amerikalı müteahhit ve çalışanlarına kadar genişletildiği gözönüne alındığında, konunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Amerikalıların ülkelerine dönerken kullandıkları ev eşyalarını, gümrüksüz satabilmeleri bile bu anlaşmada yer almıştı.

23 Haziran 1954 tarihli "Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Vergi Muafiyetleri Anlaşması" ikili anlaşmalar zincirinin tamamlayıcı bir devamıdır. Yalnızca Amerikalılar'ın yararlandığı bu özel anlaşma, Türkiye'deki ABD varlığını, adeta devlet içinde devlet haline getiriyordu. Amerikalılar Türkiye'deki çalışmalarında; vergisiz, gümrüksüz, denetimsiz ve yargı organlarından uzak yasaüstü bir konum elde ediyorlardı. Bu konum, 19.yüzyıl kapitülasyonlarını bile aşan ayrıcalıklar içeriyordu.

Türk hükümet yetkilileri, ikili anlaşmaların sayısal fazlalığının, Türkiye açısından öneminin ve anlaşmalar arası bağlantıların doğurduğu karmaşık sorunları çözebilecek bilgi ve ilgi eksikliği içindeydiler. Yapılan anlaşmaların kaç tane olduğu, hangi bakanlığı ya da bakanlıkları ilgilendirdiği, ne zaman yapıldığı, süresinin ve uygulama sorunlarının neler olduğunu bilen bir devlet kuruluşu yoktu. Amerikalılar bu durumdan yararlanıyor ve zaman zaman, anlaşma maddelerinde olmayan uygulamaları da varmış gibi öne sürüyorlardı.

*

İkili anlaşmalar, 21. yüzyılda, Türkiye'nin geldiği düzeyin hala stratejik belirleyicileridirler. Toplum yaşamında, hiçbir hükümetin karşı çıkmadığı ya da çıkamadığı düzeyde yerleşik durumdadırlar. Bağımsız ulusal politika belirleme ve uygulama, düşünsel planda bile gündemde değildir. Devleti küçültüp güçsüzleştirmeyi amaç edinmiş politikacılar, her dönemde değişik parti adlarıyla yönetime gelmekte ve bu uygulamalara devam etmektedirler. Bunlar, ulusal çözülme ve toplumsal gerilimlerin kaynağı haline gelen sorunların nedeni olarak, küresel politikaların Türkiye'ye taşınmış olmasını değil, tam tersi, yeterince taşınmamış olmasını, görmektedirler. Hükümet etme yetkilerini sonuna dek bu yönde, çoğu kez yetkilerini de aşan biçimde kullanmaktadırlar.

Kemalist politika, Türkiye'de, siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda uygulamadan kaldırılmış durumdadır. İkili ve uluslararası anlaşmalar bunun açık kanıtlarıdır. Bu anlaşmaları imzalayıp uygulayan hükümet yetkilileri, ya da bunların hizmetindeki üst bürokratlar, eylemlerinin ne anlama geldiğini bilirler, ama kendilerini genellikle Atatürkçü olarak gösterirler. Bunların Atatürkçü bir politika uyguladıklarını söylemeleri ve kendilerini Atatürkçü olarak tanımlamaları, yalnızca toplumsal gerçeklikle uyuşmayan, güvenilmez ve iki yüzlü bir davranış değil, aynı zamanda sistemli ve bilinçli bir politikanın amaçlı davranışlarıdır. Dayanakları yurt dışında olan politikalar, Türkiye'de yarım yüzyılı aşkın süreden beri, toplumsal yaşamın hemen her alanını kapsayarak Atatürkçülük adına uygulanmış ve ne yazık ki devlet politikası haline getirilmiştir.

1945-1950 arasında temelleri atılan ve daha sonraki dönemde etkisi ve uygulama alanları genişletilerek sürdürülen dışa bağımlı resmi politika, o denli yerleşik hale gelmiştir ki, ihtilaller ve darbeler dahil, hiçbir iktidar değişikliği bu politikayı değiştirmemiş tersine güçlendirmiştir.

*

27 Aralık 1949 da imzalanan Eğitim İle İlgili Anlaşma; Türk Milli Eğitimine yön verecek olan yönetim istenç (irade)ine, ABD'nin önce ortak edilmesi, daha sonra belirleyici olmasını sağlayan bir anlaşmadır. Anlaşmanın sonuçları, en ağır biçimiyle bugün yaşanmaktadır. Türk milli eğitimi artık, yönetim biçiminden içeriğine kadar her yönden milli olmaktan uzaktır ve 'planlanmış' bir bozulma içindedir. Ulusal eğitimin çözüm bekleyen sorunları, özel kişi ve gruplara bırakılmış, paralı eğitim yaygınlaştırılmıştır. Öğrenciler, okul bitiren ancak bir şey öğrenmeyen kimliksiz bir kitle haline getirilmiştir.

AKP Bursa Milletvekili ve TBMM Milli Eğitim Komisyonu Üyesi Faruk Ambarcıoğlu, 21 Mayıs 2005'te yaptığı açıklamayla durumu açıkça ortaya koymuştur. Özel bir dersanenin verdiği ödül töreninde konuşan Ambarcıoğlu, Milli Eğitimi, "devletin sırtındaki yük" olarak değerlendirerek özelleştirilmesi gerektiğini ileri sürdü ve "özel eğitim kurumları ülkenin geleceğine yatırım yapmaktadırlar. Bu nedenle, onlara madalya verilmeli, teşvik edilmelidir. Onlar devletin sırtındaki yükü alıyorlar" dedi.

27 Aralık 1949 tarihli "Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma"nın en önemli özelliği, Türkiye'de kazanılacak Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçiminin saptanması ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerinin belirlenmesidir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika'nın Türkiye'ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılmaktadır. ABD'ye, Türkiye'de "yardım" edip "işbirliği" yapacak, geleceğin "Türk" yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika'ya götürülecek olan Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu anlaşmayla belirlenmektedir.

Eğitim Anlaşmasıyla başlayan süreç ABD açısından o denli başarılı olmuştur ki, bugün Türkiye'de Amerikan yanlısı eğitim almamış üst düzey yönetici kalmamış gibidir. Sözü edilen Anlaşmanın birinci maddesi şöyleydi: "Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adı altında bir komisyon kurulacaktır. Bu komisyon, niteliği bu anlaşmayla belirlenen ve parası T.C.Hükümeti tarafından finanse edilecek olan eğitim programlarının yönetimini kolaylaştıracak ve Türkiye Cumhuriyeti ile Amerika Birleşik Devletleri tarafindan tanınacaktır." Kurulacak komisyonun yetki, işleyiş ve oluşumu ile ilgili olarak 1.1 ve 2.1 alt maddelerinde şunlar vardır; "Türkiye'deki okul ve yüksek öğrenim kurumlarında ABD vatandaşlarının yapacağı eğitim, araştırma, öğretim gibi eğitim faaliyetleri ile Birleşik Devletler'deki okul ve yüksek öğrenim kuruluşlarında Türkiye vatandaşlarının yapacağı eğitim araştırma, öğretim gibi faaliyetlerini; yolculuk, tahsil ücreti, geçim masrafları ve öğretimle ilgili diğer harcamaların karşılanması da dahil olmak üzere finanse etmek... Komisyon harcamalarını yapacak veznedar veya bu işi yapacak şahsın ataması ABD Dışişleri tarafindan uygun görülecek ve ayrılan paralar, ABD Dışişleri Bakanı tarafindan tesbit edilecek bir depoziter veya depoziterler nezdinde bankaya yatırılacaktır."

Kullanma yer ve miktarına ABD Dışişleri Bakanı'nın karar vereceği harcamaların nereden sağlanacağı ise, Anlaşma'nın giriş bölümünde belirtilmektedir; "T.C. Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında 27 Şubat 1946 tarihinde imzalanan Anlaşma'nın birinci bölümünde belirtilen" kaynakla. Bu kaynak ise, ABD'in Türkiye'ye verdiği borcun faizlerinin yatırılacağı T.C.Merkez Bankası'na, Türk Hükümet'ince ödenen paralardan oluşan bir kaynaktır. T.C. Hükümeti bu anlaşmalarla, kendi parasıyla kendini bağımlı hale getiren bir açmaza düşmektedir. ABD ile yapılan ikili anlaşmaların tümünde ortak olan bir özellik vardır; Bu anlaşmalar planlı bir bütünsellik taşır ve birbirleriyle tamamlayıcı bağlantılar içindedir. Burada görüldüğü gibi, Eğitimle İlgili Anlaşma'nın kaynağı, Borç Verme Anlaşması'nın bir maddesiyle karşılanır.

Anlaşma'nın 5.maddesi en dikkat çekici maddelerden biridir. Bu madde yukarıda açıklanan işleri yapma yetkisinde olan ve Türkiye'nin bağımsızlığını dolaysız ilgilendiren kararlar alabilen "Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu" un kuruluşunu belirlemektedir; "Komisyon, dördü T.C. vatandaşı ve dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD'nin Türkiye'deki diplomatik misyon şefi komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması halinde kararı komisyon başkanı verecektir."

*

Milli Eğitim Bakanlığında bugün çalışmalarını "etkin" bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, imam-hatip okulu açılmasından yüksek islâm enstitülerinin yaygınlaştırılmasına dek pek çok konuda stratejik kararlar "önerebilen"; "Milli Eğitimi Geliştirme" adlı bir komisyon vardır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Komisyonun başında L. Cook adlı bir Amerikalı bulunuyordu. L. Cook'tan ayrı olarak, adı Howard Reed, unvanı "Milli Eğitim Bakanlığı Bağımsız Başdanışmanı" olan, bir başka "etkin" Amerikalı daha vardı.

Amerikalıların Türk Milli Eğitimine 1949'dan beri süregelen "ilgileri", günümüze dek hiç eksilmedi. Köy Enstitüleri'nin kapatılmasından yatılı bölge okullarının işlevsizleştirilmesine, "vakıf üniversitelerinden" yabancı dilde eğitime dek yaratılan karmaşa ortamında; paralı hale getirilen Türk Milli Eğitimi bugün, altından kalkılması güç sorunlar içindedir. İmam ve hatip adayları ait oldukları mesleğe değil, harp okulları dışında, hemen tüm üniversite ve yüksek okullara yöneldiler. Atatürk'ün çok önem verdiği eğitimin birliği ilkesi, yasanın yürürlükte olmasına karşın, eylemsel olarak ortadan kaldırıldı. Durumdan rahatsız olan insanlarımız, gelinen noktanın gerçek nedenlerinin; Amerikalıların Türk Milli Eğitimine elli yıldır duydukları "ilgide" yattığını göremediler. Bunları, salt "oy avcısı" siyasetçilerin özgür iradeleriyle verdikleri ödünler sandılar.

Türkiye'nin 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay 1968 yılında şunları söylüyordu: "Bugünkü okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Biz, laik okullara karşı imam-hatip okullarını bir seçenek olarak düşünüyoruz. Devletin kilit mevkilerine yerleştireceğimiz kişileri, bu okullarda yetiştireceğiz." 12 Eylül Darbesi'nden sonra Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren'in 15 yıl sonraki söylemleri Sunay'dan farklı değildi: "İmam-hatip okullarında iyi eğitim veriliyor. O çocuklardan zarar gelmez. Türkiye, laikliği dinsizlik olarak algılamış, yanlış tatbikatlar yapmıştır. 1930'lardaki laiklik anlayışını yanlış olarak görüyorum."

Yeni Dünya Düzeni politikalarının, azgelişmiş ülkeler için öngördüğü "dinsel eğitim" ya da "eğitimin dinselleştirilmesi", ikili anlaşmalarla büyük boyut kazandı. Eğitimin birliği, "dinsel eğitimde birlik"'e kaydı. Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlarının bile insiyatif kuramadığı bir kurum haline geldi. Binlerce Türk ABD'ne, "eğitilmek-etkilenmek" için gitti, binlerce Amerikalı da Türkiye'ye, "eğitmek-etkilemek" için geldi. Amerika'ya gönderilen Türk personelin büyük çoğunluğu Bakanlığın kilit noktalarında görev aldılar. Bu işleyişi açık bir biçimde gösteren Podol Raporu'nu burada anımsatmakta yarar var. "Türkiye'deki Amerikan Yardım Teşkilatı"nın (AID), Türkiye'deki çalışmalarında elde ettiği "verimi" saptamak üzere 1968 yılında Ankara'ya gönderilen Richard Podol, üstlerine verdiği raporda şunları yazıyordu: "Yirmi yıldan beri Türkiye'de faaliyette bulunan yardım programı, bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türk'ün bulunmadığı bir bakanlık ya da İktisadi Devlet Teşekkülü (bugünkü adıyla KİT) hemen hemen kalmamıştır. Genel Müdür ve Müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa zamanda geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecileri indoktrine etmek gerekir. Burada özellikle orta kademe yöneticiler üzerinde de durmak yerindedir. Amaç, bunlara yeni davranışlar kazandırmaktır. Bu grubun yakın gelecekte, yüksek sorumluluk mevkilerine geçecekleri düşünülürse, bütün gayretlerin bu kimseler üzerinde toplanması doğru bir karardır."

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD önderliğinde kurulmakta olan Yeni Dünya Düzeni'ne, teslim olurcasına katıldı. Verdiği siyasi ödünler, kısa bir süre içinde; ekonomiden eğitime, askeri ilişkilerden kültüre, sosyal güvenlikten hukuka dek genişledi. Cumhuriyet Halk Partisi'nin başlattığı ödünler süreci, 1950'ye gelindiğinde büyük oranda tamamlanmış, ileri bir aşamaya ulaşmıştı. Düşünsel ve örgütsel yapı olarak CHP'den farklı nitelikte olmayan Demokrat Parti, 1950'de iktidara geldiğinde, dış ilişkiler bakımından tamamlanmış bir süreçle karşılaşmıştı. DP, siyasi istekleriyle tümüyle örtüşen bu süreci daha da geliştirmiş ve Amerika Birleşik Devletleri'ne, "herhangi bir tehdid durumunda" ve "çağrı üzerine" Türkiye'ye askeri müdahalede bulunma yetkisi verme noktasına kadar vardırmıştı.

Demokrat Parti'nin hevesle katıldığı Batı'ya bağlanma politikasının temelleri, esas olarak CHP döneminde atılmış ve bu tutum, partileri de aşarak, yerleşik bir devlet politikası haline getirilmişti. İsmet İnönü, bu gerçeği daha sonra açıkça dile getirecek ve kamuoyuna açıklayacaktır. 6 Mayıs 1960'da yabancı gazetecilere şunları söylemiştir: "Dış siyaset için söyleyeceklerim çok basittir. Batı demokrasileri ile aynı cephede bulunuyoruz. Bu anlayış milletçe kabul edilmiştir. Ve hangi parti iktidara geçerse geçsin, bu devam edecektir."

İkili ya da çoklu anlaşmalar, Türkiye açısından en ağır sonuçları, eğitim ve ekonomi alanında verdi. Birlik ilkesi bozulan eğitim, kısa bir süre içinde milli niteliğini yitirdi, ya İngilizce kaynaklı Batıcılığa ya da Arapça kaynaklı tutuculuğa kaydı. Ekonomik karar ve ilişkiler, tümüyle dışarıda belirlenir oldu. Devletçilik ortadan kaldırıldı, devlet işletmeleri montaja dayalı yabancı yatırımlarına yardımcı duruma geldi. ABD petrol şirketlerine yakınlığıyla tanınan ve varsıl bir iş adamı olan M. W. Thornburg'a hazırlatılan ve "Türkiye: Bir Ekonomik Değerlendirme" adını taşıyan rapora uygun olarak ağır sanayi yatırımlarından vazgeçildi, tüketime yönelik ara mallar üretimine yönelindi. Thornburg raporunda şunlar söyleniyordu: "Türkiye, Amerikan çıkarlarının büyük önem taşıdığı bir yerde bulunmaktadır. Eğer, Türkiye önerilerimizi kabul edip bizden yardım isterse, o zaman yalnız sermayemizin değil; hizmetlerimizin, geleneklerimizin ve ideallerimizin yatırımını da yapabileceğimiz ve elden gitmesine asla izin vermeyeceğimiz bir yatırım alanı elde etmiş olacağız"

Türkiye, Atatürk'ten sonra yabancı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıyan ilk ikili anlaşmayı, 1 Nisan 1939'da ABD ile yaptı. 5 Mayıs 1939'da yürürlüğe giren bu anlaşmaya göre, Türkiye Amerika'ya "gerek ithalat ve ihracatta ve gerekse diğer bütün konularda en ziyade müsaadeye mazhar millet statüsü" tanımıştı. Ayrıca, ABD sanayi malları için yüzde 12 ile yüzde 88 arasında değişen oranlarda gümrük indirimleri sağlanıyordu.

Aynı yıl İngiltere'den 37 milyon sterlin, Fransa'dan 264 milyon frank; 1942 yılında Almanya'dan 100 milyon mark borç alınıyor ve bu borçlarla T.C. Hazinesinin borç yükü yüzde 266 oranında arttırılıyordu.

*

Türkiye'nin ABD başta olmak üzere 1945'den sonra Batı'ya yönelmesiyle ekonomik dengeler hızla bozulmaya başladı. 1946 yılında ABD'nden 10 milyon, 1947'de IMF'den 5 milyon dolar borç alındı ve şartlı borçlanma dönemi başladı. 1946 yılında Türk lirası yüzde 119 oranında devalüe edildi ve 1 dolar 128 kuruştan 280 kuruşa çıkarıldı. 1950'ye gelindiğinde, Türkiye'nin dış borcu 775 milyon liraya yükselmiş, dış ticaret açıkları artmayı sürdürüyordu. Açık çok fazla değildi ama 1930-1938 arasındaki 8 yılda sürekli fazla verilirken, 1950'de dışsatım dışalımın ancak yüzde 92,2'sini karşılıyordu.

Sanayi, tarım ve madencilikte ulusal üretime yönelmeyi önleyen politikalar, Batı etkisinin artmaya başladığı yıllardan sonra aralıksız uygulandı. Verilen raporların, "önerilen" programların ortak özelliği, Türkiye'de sanayileşmenin önlenmesi ve kendi kaynaklarını değerlendirme olanaklarından yoksun bırakmaya yönelmiş olmasıydı. Dorr Raporu, Thornburg Raporu, NATO politikaları, ve IMF programlarının tümü bu amaca dönüktü.

Türkiye'den istenen; devletçilikten vazgeçmesi, ağır sanayi yatırımı yapmaması, demiryolu taşımacılığından karayolu taşımacılığına geçmesiydi. Atatürk'ten sonraki politika değişikliğinin en belirgin göstergelerden biri, demiryolları yapımı konusundaki gelişmelerdi. 1927-1938 arasındaki 11 yılda, 3028 kilometre yeni hat yapılarak, Türkiye'deki demiryollarının toplam uzunluğu 7100 kilometreye çıkarılırken, 1938-1950 arasındaki 12 yılda 600 kilometre yeni hat yapılmıştı. 1950'den 2005 yılına dek geçen 55 yıl içinde yapılan demiryolu miktarı ise, yalnızca 697 kilometredir.

1938 sonrası dışa bağımlılık döneminin bir başka özelliği, kredi ya da yardım anlaşmalarının şarta bağlanması ve bu şartın her zaman, üretimden uzak durmayı içermesidir. Üretimi yapılmak istenen mal, bol ve ucuz, hatta hibe olarak hemen emre hazırdır. Yaptırım ya da yardım, adı ve biçimi ne olursa olsun, yabancılardan gelen isteklerin tümü, Türkiye'de üretimi, özellikle de sanayi üretimini önlemeye yöneliktir. Türkiye; sivil havacılık yatırımlarını genişletme, Sivas'ta dizel motor fabrikası kurma, nitelikli çelik üretimine hazırlanırken, kabul edilen Thornburg Raporu nedeniyle bunların tümünden bir anda vazgeçildi.. 


 PROF.DR. METİN AYDOĞAN

0 yorum :