Bektaşiliği belirtmeye çalışırsak, Bektaşilik her şeyden evvel bir Türk halk dini olduğunu söyleyebiliriz.
XIII. Asırdan itibaren Anadolu'da gelişmeye başladı.
Sonraki asırlar boyunca bağdaştırmacı yapısında bazı yabancı unsurlar
yer aldıysa da, Bektaşiliği Türk kökenlerinden ayırmak mümkün
değildir.
Bektaşilik, Hacı Bektaş Velinin etrafında
belirginleşmiş bir öğretidir. Hacı Bektaş ise, efsaneleşmiş büyüleyici
bir kişidir. Keramet sahibi ve mucize yaratan bir kişi gibi görünüyor.
Öyle olduğu için, onu Şii'lerin sekizinci İmamına, dolayısıyla da soyunu
Peygambere kadar çıkarmak mümkündür. Fakat, bu eklentiler asırlar
boyunca meydana gelmiştir. Gerçeklikte ise, Hacı Bektaş doğduğu
ortamdan, yani Orta Asya'dan gelen ve Anadolu'ya göç eden Türkmen
boylarından ayırmak imkansızdır.
Bununla birlikte, Hacı Bektaş'ın şöhreti ilk önce
aynı soydan gelen ilk Osmanlı Sultanları'nın kendisine gösterdikleri
ilgiye bağlıdır. Bektaşilik, Anadolu'da gelişmesine rağmen, onun
kökenleri daha eski zamanlara dayanıyor. Halk geleneğine göre, Hacı
Bektaş, Orta Asya Velisi Ahmet Yesevi'nin müridi olmuştur. Bu ise
gerçeğe aykırıdır. Çünkü Ahmed Yesevi'yi, Hacı Bektaş'tan bir asır
evvel, yani XII. yüzyılda, Yesi'de, şimdiki adıyla Türkistan'da -
Kazakistan'da yaşamış ve oradaki Türkmen boylarına İslam dinini öğretmiş
bir kişi olarak biliyoruz. Ahmed Yesevi, Buhara gibi İslam kültürünü
yaygınlaştıran meşhur bir kültür merkezinde okumuş, Hanefi uleması olan
Şeyh Yusuf Hamadani'nin müridi olmuştur. Fakat buna rağmen, yurttaşları
olan göçmen Türkmenleri arasında yaşamayı tercih etmiş ve onlara İslam’ı
yaymıştır. Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş arasında tarihsel bağlar
olmamasına rağmen, yine de, Hacı Bektaş’ın, Anadolu'da Ahmet Yesevi’nin
orta Asya'daki rolünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Gerçekten de
Hacı Bektaş, Anadolu’ya göç eden Türkmen boylarına İslam dinini yaymaya
çalışmıştır. Ahmet Yesevi gibi, bu dini, göç eden kavimlerin anlayışı ve
geleneklerine uyarlamaya çalışmıştır.
O nedenle, Bektaşiliğin manevi kökenlerini orta
Asya'ya kadar götürmek mümkündür. Ve Bektaşilik bir dereceye kadar Ahmet
Yesevi öğretisinin devamı olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte,
din kavramı canlı bir öğe olması nedeniyle, yeni bir ortamda farklı
gelişmelere ve farklı değişikliklere uğrayacaktır. Az veya çok,
yerleştiği ortamın etkilerine uyacaktır.
Böylece, süreç içinde, Bektaşilik bir dini
senkretizm, yani bir bağdaştırmacılık şeklini alacaktır.
Bağdaştırmacılık, dışarıdan gelen yeni öğelere de açık olacaktır. Bir
taraftan, yerleştiği yeni ortamdan gelen inançlar ve gelenekler, diğer
yandan tarihi ve toplumsal olaylara ait etkiler iz bırakacaktır.
Bu savımıza örnek olarak, Ahi teşkilatının veya
Hurufîlik gibi dışardan gelen inançların etkilerini gösterebiliriz. Aynı
şekilde, özellikle Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Türk-Safavi
çatışmalarının sonucu ortaya çıkan Kızılbaş hareketini de örnek
gösterebiliriz. Bu son olay, kesin bir sonuç ortaya çıkardı. XVI.
yüzyıldan sonra, Bektaşi hareketinde bir bölünmeyi görüyoruz.
Başlangıçta, Anadolu halk dini gibi görünen bu hareket ikiye bölündü:
Bir taraftan Bektaşilik, diğer yandan Kızılbaşlık.
Oldukça yakın bir zamanda, yani son asrın başında,
Kızılbaşlık ismi yerine Alevilik sıfatı kullanılmaya başlandı. Bu genel
bir girişten sonra, her tebliğimde belirttiğim neticeleri tekrarlamaya
mecburum. Zira araştırdığım konu, hep aynı konudur. Ve gerçeği
değiştirmek olanaklı değildir. Tekrarlamalar olmasına rağmen, yine de
her seferinde çıkardığım sonuçlara, yeni öğeler eklemek zorundayım.
Çünkü konuyu derinden inceleyince, her seferinde, o ana kadar keşf
edilmeyen yeni ayrıntılar ortaya çıkıyor. Şüphesiz konunun özü
değişmiyor, ancak ayrıntılar bu öze yeni zenginlikler kazandırıyor.
Hacı Bektaş, bilindiği gibi XIII. yüzyılda, Baba
İlyas'ın izinde ortaya çıkıyor. Baba İlyas, ünlü Baba-i İsyanlarının
lideridir. Tarihi kaynaklar onun hakkında kesin bilgiler vermektedirler.
XIV. yüzyıl tarihçesi Elvan Çelebi ve XV. yüzyıl
tarihçesi Aşık Paşazade, her ikisi, Hacı Bektaşı, Baba İlyas'ın müridi
olduğunu yazmaktadırlar. Şeyh Eflaki de ayın bilgileri aktarmaktadır.
Baba İlyas ve taraftarları, 1230 civarında
"Horasan"dan, yani Orta Asya'dan Anadolu'ya gelmişlerdir. Baba İlyas'ı
inceleyen ünlü Fransız tarihçisi Claude Cahen, Baba İlyas ve
taraflarının belki de Harezmilerle birlikte, Moğollardan kaçıp
Anadolu'ya geldiklerini düşünüyordu. Bu sav doğru olabilir. Bu tespitten
hareketle, onların Mevaraun nehri yöresinden, yani Ahmet Yesevi'nin
yaşadığı bölgeden gelmiş olabilecekleri sonucunu çıkarabiliriz.
Öyleyse, Hacı Bektaşı, Ahmet Yesevi'ye bağlamak
yanlış olmayacaktır. O zaman da, halk gelenekleri, belirli ölçülerde,
haklılık payı kazanacaklardır. Hacı Bektaş Baba-i isyanlarına iştirak
etmiştir. Kardeşi Mintaç ise bu olaylarda şehit olmuştur.
Fakat tarihi kaynaklar, Hacı Bektaş'ın bu isyanların
son bölümüne ve Malya'daki savaşa kesin olarak katılmadığını
göstermektedirler. Hacı Bektaş, bir müddet saklı kaldıktan sonra, Suluca
Karaöyük'te bugünkü adıyla Hacı Bektaş kasabasında ortaya çıkmış ve
orada Çepni bir boy arasında yaşamıştır. Bir derviş hayatını
sürdürmüştür. Kendisi Çepni olmadığı için, Vilayetnamesinde bazı
çatışmalardan bahsedilmektedir. Sözü edilen Çepni boyu, onu kabul etmiş
ve benimsemiştir. Hacı Bektaş bir aziz gibi yaşamış ve keramet sahibi
olduğu söylenir. Saygı ve sevgiye layık bir veli olmuştur. Etrafında çok
taraftarı olmasına rağmen, Hacı Bektaş mürit edinmeye çalışmamıştır.
Bu gerçeği, Aşıkpaşazade'nin yazdığı Tarih eserlerinden biliyoruz.
Hacı Bektaş, kerametlerini bir kadına Kadıncık Ana'ya
aktarmıştır. Kadıncık Ana, Aşıkpaşazade'ye göre, onun evlatlık kızıdır,
Vilayetname'ye göre de manevi karısıdır. Ama, ne olursa olsun, Kadıncık
Ana bir Bacıyan'i Rum’dur. Bacıyan'i Rum, o zaman ki dört toplumsal
sınıflardan biriydi. Ve bir kadın teşkilatıydı. Kadıncık Ana, bu
toplumsal yapının önemli bir şahsiyetiydi.
Kadıncık Ana, XIV. asırda yaşamıştır. O devir,
Osmanlı İmparatorluğunun büyük zaferleri dönemidir. Bir çok Bektaşi
dervişi, ilk Osmanlı Sultanlarının zaferlerine katılmış, kimileri gazi
olmuşlardır. Abdal Musa, bu derviş-gaziler arasındadır.
Osmanlıların soyu, bilindiği gibi, Oğuzlardan
gelmektedir. Kayı boyundandırlar. O sırada, Anadolu'da gelişen batın'i
dervişlerin bir çoğu aynı soydan gelmekteydiler. Örneğin, Çepniler,
Kayılar gibi Oğuz soyundandırlar.
İlk Sultanlar döneminde, Abdal dervişler ve
Osmanlılar arasında sıkı bağlar vardı. XIV. ve XV. yüz yıllarda, ilk
Osmanlı İmparatorluğu yapısında dört toplumsal sınıf vard;. Gaziyan’i
Rum, Ahıyan’i Rum, Abdalan’i Rum ve Bacıyan’i Rum. / Büyük zaferler
döneminde, Osmanlı ordusunda derviş olan gazilede vardı. Bu dervişler,
Abdal olan unvanlarına, Gazi Unvanı eklemekten gurur duyarlardı. Böylece
gazi olan Abdallar Trakya ve Balkanların fetihlerine iştirak
etmişlerdir. Bunların arasında yukarda da işaret ettiğimiz gibi, Abdal
Musa, Geyikli Baba, daha sonraları Gül Baba ve benzerlerini sayabiliriz.
Hacı Bektaş'ın şöhreti, Osmanlılar arasında büyük
olması gerekir. Çünkü Yeni Çeri ordusu kurulduğu zaman, Yeniçeriler,
Pirleri için Hacı Bektaş'ı seçtiler.
Oruç’a göre Sultan Orhan'ın kardeşi Ali Paşa, meşayık
yolunu tutmuş, derviş olmuştur. Kardeşine, Yeniçeri ordusunun himayesi
için Horasanlı Hacı Bektaş'ı tavsiye etmiştir. Bu himaye ancak manevi
olabilirdi, çünkü Hacı Bektaş, ananeye göre, 1271 yılı civarında vefat
etmiştir. Bu, Osmanlı Sultanlarının Bektaşi tarikatına olan teveccühünü
kanıtlamaktadır.
Bu teveccühün sayesinde, İmparatorluğun ilk
yıllarında, Bektaşi tarikatının üstün bir yeri olduğu görülmektedir.
Bektaşilerin şöhreti ve başarıları, Osmanlıların desteklerinden geldi.
Onların sayesinde, Bektaşilik en önemli halk tarikatı oldu. Tabii
olarak, o zaman Şii ve aşırı Şii inançlar henüz Bektaşilik öğretisine
girmemişlerdi. Bu aykırı inançlar, daha sonra, Bektaşiliğin içine
Hurufîlik sokulduğu zaman ve özellikle, ilk Safavilerin, örneğin Cüneyd,
Haydar ve Şah İsmail propagandalarının sonucu ortaya çıktılar.
Ömer Lütfi Barkan, "Kolonizatör dervişleri" adlı ünlü eserinde, ilk Osmanlı Sultanlarının, dervişleri nasıl kullandıklarını göstermektedir. Bu dervişlere, feth edilen yerlerde topraklar verildi. Dervişler yerleşik olmuş, zaviye ve tekke kurmuşlardır. İslam dinini ve Türk medeniyetini buralara yaymışlardır. Bu yüzden, Trakya'da ve Balkanlarda Bektaşilik tarikatı çok gelişti. Hacı Bektaş'ın ismi Rumeli'de derin izler bıraktı.
Trakya'daki en mühim Bektaşi tekkelerinden biri, Edirne civarında, Kızıl Deli Tekkesiydi. Şimdiki Bulgaristan'ın Deli Orman bölgesinde, Demir Baba tekkesi Otmçin Baba, Akyazılı Baba tekkesi ve saire. Bu saydığımız tekkelerin ayrı bir özelliği vardır, ancak bu, yazının konusu dışındadır.
Bektaşiliği incelemek için, nefesler çok önemli ve ciddi bir kaynaktır. Bazı nefeslerde, Hacı Bektaş'ın ismi Rumeli'nin fethi ile bağlı görünüyor. Sizlere iki örnek sunacağım. Her ikisi de Kul Himmet'in nefesleridir. Kul Himmet XVI. yüzyılda yaşamış bir şairdir. Pir Sultan'ın yakını olduğu söyleniyor. Çok tanınmış bu nefesinde Kul Himmet'ten anlamlı mısraları buluyoruz;
"Seher vakti Şah kervanı gidiyor,
Anun katarından ayırma bizi..."
"Urunu inşad eden Bektaş'i Veli,
Anun katarından ayrıma bizi..."
(İsmail Uzunlu, Antoloji, II, 349-350)
Ayın'i Cem'de bu mısra, bazen şöyle söylenmektedir:
"Urum'u fetih etti Bektaş'i Veli"
Başka bir nefesinde;
"Hacı Bektaş tekkesine gireli,
Dervişleri gül göründü gözüme"
Yine Kul Himmet diyor ki;
"Hacı Bektaş vatan tutmuş Urumdan"
(Antoloji, II, 334-335)
Bu iki misalde, Hacı Bektaş, ya Rum'u feth etmiş gibi, veya irşad etmiş gibi görünüyor.
Şimdiye kadar soruna genel olarak baktık. Bektaşilik
ve Alevilik daha doğrusu Kızılbaşlık aynı kökten gelen bir olgudur.
İkisi, başlangıçta halk diniydiler. Fakat zamanla, bilhassa XVI. yüz
yıldan itibaren bölünmeler oldu ve iki farklı toplum oluştu. Bir yandan,
yerleşik olan, tekkeye bağlı ve az çok örgütlenmiş Bektaşiler, diğer
yandan, köylerde veya kırlarda oturan ve en eski zamanlardan beri
dinleri batini olan Kızılbaş denilen toplumlar.
Bu Kızılbaş toplumların, Osmanlı belgelerinde,
doğrudan doğruya belirgin bir isimi bile yoktu. Onlara ZINDIK, RAFİZİ,
MÜLHİP gibi kötüleyici adlar veriliyordu. Sonra onları kökenbilim
bakımından yanlış olan "Alevi" sözcüğüyle adlandırmaya başladılar.
Kızılbaş ismi Şah İsmail'in babası Şeyh Haydar
(1460-1488) zamanında belirmiştir. Doğu Anadolu ve Azerbaycan Türkmen
aşiretlerinden gelen, Safavi taraftarlarına Kızılbaş deniliyordu.
Sebebi, başlarına taktıkları kızıl külahlardan kaynaklanıyor. Bu 12
yönlü Külaha Tac'i Haydar derlerdi.
Kızılbaş denilen toplumlar bir çok isyan
hareketlerine karıştıkları için, Kızılbaş kelimesi Osmanlı belgelerinde
kötüleyici bir anlamla yüklenmiş, o nedenle, oldukça yeni bir geçmişte
Kızılbaş yerine Alevi sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Ali'ye aşırı
bir sevgi, hatta tapınmaya kadar giden bir sevgi gösterdikleri için,
onlara "Alevi" derlerdi. İran'da ise Ali'ye tapanlara "Ali-İlahi" denir.
Alevi ise, Ali soyundan gelen, yani Seyyit olanlara denilir. Yukarda
değindiğimiz gibi, bu sözcük kökenbilim açısından yanlıştır.
Dana önce de açıkladığımız gibi, Trakya da ve Balkan
ülkelerinde, özellikle Arnavud elinde, Bektaşiliğin etkisi çok büyüktü.
Hatta, II. Sultan Abdülhamit döneminde Arnavud elinde, Bektaşilik resmi
din olarak önerilmiş, ancak Sultan Abdülhamid doğal olarak ve şiddetli
bir şekilde, buna karşı çıkmıştır.
Trakya ve Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğunun
egemenliğinde kaldığı dönem içinde, Bektaşilik, Alevilikten daha üstün
bir konum elde etmiştir. Kimi Jön Türkler Bektaşi oldukları için,
Bektaşiler ülkenin aydınları ve ilericileri arasında yer almışlardır.
Sözü edilen ülkelerin Türkiye'den bağımsız
olmalarından sonra, Alevilik, Bektaşilikten daha önemli bir konum
kazandı. Günümüzde, Alevilik öne çıkmıştır. Bektaşilik arka plana
itilmiştir. Öyle de olsa, unutmamalıyız ki, Bektaşilik ve Alevilik öz
olarak aynı olgudur.
Onları birbirlerinden ayırmak olanaklı değildir.
0 yorum :
Yorum Gönder