Avrupa cemiyetinin ortaçağdaki farklı sınıflara ayrılmış halini göz önüne getirdiğimizde Türk cemiyetinde hangi özellikleri arayacağımız ortaya çıkıyor. Bazı araştırmacılar tarafından, asaletini evladına devreden Senyörler, Türk beylerine benzetilmiş, Senyörler arasındaki mevki farkları ile Türklerdeki "Orun-Ülüş" telakkisi arasında münasebet kurulmağa çalışılmıştı. Böylece eski Türklerde bey'lerin asiller sınıfını meydana getirdiği söylenerek Türk toplumunun da farklı sınıflardan meydana geldiği iddia edilmiştir. Sosyal yapı bakımından Feodal Avrupa için dahi kölelik, esas unsur olarak kabul edilmeyip bütün ağırlık toprak köleliği diyebileceğimiz "Serfliğe verildiğine göre[1], biz de bu yolu takip ederek esas ağırlığı "serflik" üzerinde toplayacağız.
Lawrence Krader, Orta Asya'daki sınıfların ve politik
birliklerin Avrupa'daki şekilden farklı olduğunu söylemektedir[2]. Yine
aynı müellife göre bu farklar, Türk devletlerinin teşkilatlanma şeklini feodal
teşkilat şeklinden uzaklaştıran farklardır[3].
Krader'in orta Asya'da gördüğü sınıfları kimler meydana getiriyordu? Bunlar
farklı sosyal sınıflar mı idi? Yoksa pek çok kişinin yaptığı gibi her ayrı
özellik, farklı haklara sahip bir sınıf teşkili için kafi görülerek mi bu
sonuca varılmıştı. Bildiğimiz gibi sınıf, aynı statüde bulunan fertlerin yani
aynı sosyal hayat tarzını paylaşan fertlerin meydana getirdiği sıralanmaları
gösteren bir kategoridir[4].
Sınıfların meydana gelmesi için gerekli olan statü ise bir ferdin toplum içinde
işgal ettiği yer olup;
a) Erişilen yani başarı yolu ile kazanılan statü ve
b) Verilen statü
olarak ikiye ayrılmaktadır[5].
Burada Avrupa'daki Senyörlerin durumunu göz önüne
getirmekte fayda vardır. Senyörler, genellikle ikinci şekil (verilen) statüye
sahip idiler. Fakat bazen kazanılan statü durumu da görülüyor. Mesela 1323'de
Banus Stephan, kendisine Bulgar hanının zevcesini getirdiği için Grgur Stipançiç'e
beş köyü timar olarak vermişti[6].
Stipançiç'in timarı ona kazanılan bir statü vermesine rağmen onun timarı,
oğullarına geçmek üzere verildiği için[7] Stipançiç'den
sonrakiler ikinci türden bir statüye sahip olmuşlardı. Senyörlerin büyük
çoğunluğu haksız olarak aslında hak etmedikleri halde büyük arazilere sahip
oldukları için[8],
verilen statü'yü işgal ediyorlardı. Feodal sınıflı cemiyette geniş araziye
sahip olmak, askerliği meslek edinmek veya ruhani zümreye mensup olma
özelliklerini görmüştük. Bu üç şart, merhum Kafesoğlu'nun belirttiği gibi
yüksek tabakaların teşekkülünde rol oynayan en önemli şartlardır[9].
İktisat bahsinde daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi,
eski Türklerde ziraat umumi iktisadiyat içinde pek az bir yer tutuyordu. Esas
ağırlığı hayvancılığın meydana getirdiği İslam öncesi Türk Devletleri'nde,
toprak pek ehemmiyetli olmadığından büyük malikaneler ve bu malikanelerin
etrafında bir toprak aristokrasisi görülmez[10].
Mülkiyet bahsinde daha açık olarak göreceğimiz bazı özellikler, çiftçilerin bir
kudretliye sığınarak topraklarını da ona devretmesi neticesini önlemiştir.
Çiftçi veya ailesi yahut da arazisi bir dış tehlikeye maruz kaldığı zaman boy
beyi işe karışırdı. Çünkü her bey, kendi boy'unun menfaatlerini korumağa
mecburdu. Vazifesinin karşılığını halktan vergi veya angarya hizmetler şeklinde
alması için hiç bir yetkisi yoktu. Hükümdarlıktan da üstün olan "Töre", bey'in beyliğini, kağan’ın
kağanlığını her an elinden alabilirdi. Çünkü en mühim işlerden birisi, töre'nin
tüz (düz, iyi) tatbik edilmesi idi[11].
Türk töresi, aynı tüz'lük ilkesi ile halkın farklı hak ve
imtiyazlara sahip sınıflara ayrılmasına da engel teşkil ediyordu. Böylece Töre'nin halkın sömürülmesine mani
olması, iktisadiyatta toprağa bağlı olunmaması, ve askerliğin Türkler arasında
ayrı bir meslek olarak sayılmaması, her Türk'ün aynı zamanda iyi savaş
terbiyesi almış bir muharip durumunda olması[12], Türk
cemiyetinde bir zengin, asil ve asker sınıfının ortaya çıkmasına mani olmuştu.
Askerliğin bir meslek sayılmaması, aynı zamanda halkın menfaatine uygundu.
Çünkü eski Türklerde paralı askerlik bulunmadığından Türk beyleri komutan ve
Türk halkı da onun askeri idi. Akınlar ve galibiyetler, halka ganimet sağladığı
için sıkı bir disiplin ve bey-halk ilişkisi ortaya çıkmıştı. Bu ilişki ortadan
kalktığı zaman ne başarılı akınlar ve ne de devlet, ortada kalmayacaktı[13].
Eski Türk devletleri, siyasi mahiyette olup, dini mahiyet
taşımadığı için din adamları imtiyazlı bir sınıf teşkil etmezlerdi[14]. Zaten
Türk cemiyet yapısının esas vasıflarından birisi, imtiyazlı sınıfların bulunmaması
idi[15]. Türk
devletlerinde herkes çalışkanlığına ve kabiliyetine göre yüksek makamlara
çıkabilirdi. Hatta zaman zaman halk içinden gelmiş olmak, Han'lık tahtına
oturmaya bir engel teşkil etmiyordu[16].
Kutadgu Bilig'de gördüğümüz "Hizmetkar
zenginleşirse Bey nam kazanır ve bu namı dua ile ebedi kalır. "sözleri[17],
bey'lik hakkını kazananların maiyetlerinde bulunan kişilerin refahı ve
zenginleşmeleri için çalışması gerektiğini ve ancak bu şekilde kendi namlarını
yürütebileceklerini göstermektedir. Demek ki bey'ler, başkalarının sırtından
geçinerek değil refahıyla sorumlu oldukları halkın zenginleşmesiyle ancak
itibar kazanabiliyorlardı.
Birçok Rus ve Avrupalı tarihçiyi Türklerin farklı haklara
sahip sınıflardan müteşekkil olduğu şeklinde bir fikre sahip kılan sebeplerden
birisi de eski Türk abidelerinde görülen "Kara kemikli budun" tabiri[18] idi.
Fakat son araştırmalar ile kara kemikli budun tabirinin halk'ı ifade ettiği
ancak, halkı alçaltacak bir özelliği bulunmadığı yani halkın adi insanlar
olarak görülmediği[19], kara
tabirinin aslında alçaltıcı değil aksine büyük, kudretli, saygıdeğer bir
seviyeyi ifade ettiği anlaşılmıştır. Bu tabirin asalet sınıfının altındaki bir
adi tabakayı belirtmekten değil "asıl büyük
kalabalık, budun" teşekkülünü ifade etmek zaruretinden doğduğu
anlaşılıyor[20].
İkinci bir mesele de Orun-Ülüş telakkisidir. Türk devletleri'nde resmi
yemeklerde ve toplantılarda görülen bu telakki, Avrupa'daki feodal soyluluk
statülerine benzetilmiştir. Bilindiği gibi Avrupa'da feodal Senyörler, asalet
sırasına göre derecelenirler ve birbirleri ile münasebetlerinde bu asalet
derecelerini göz önünde tutarlardı. Senyörlerin aralarındaki bu mevki farkı,
devlete karşı olan hizmetlerine göre ayarlanmaktan ziyade onların iktisadi
kudretlerine bağlı idi.
Türk devletlerinde ise meclis toplantılarında, resmi
yemeklerde hangi boyun nereye oturacağı, etin hangi kısmını yiyeceği, töre
hükümlerine göre tespit edilirdi. Kağanlar, keyfi arzularına göre boyların veya
boy beylerinin orun'larını değiştiremezlerdi[21].
Topluluğun içindeki herkesin ülüş'ü (pay) de aynı şekilde töre hükümleri ile tespit
edilirdi. Bir kimsenin ülüş hakkı, başarısıyla yükselebildiği gibi
başarısızlığıyla da düşebilir ve hatta tamamen kaybolabilirdi[22].
Meclislerde ve ziyafetlerde kişilerin oturacakları yerleri
yani orunlarını gösteren "Yasavul" ve "Bökevul"lar bulunurdu. Yasavul
veya bökevulların yanlış hareketleri veya ihmalleri sonucunda bir kabileye
kendi orunundan aşağısı gösterilirse, o kabile, hakkı olan orun'unu ister ve
icap ederse kavga eder, özür dilenmezse buna sebep olan kabileye düşman olarak toplantıyı terk
ederdi[23].
Orun-ülüş telakkisinin harp sonlarında ganimet
dağıtılırken de ortaya çıktığını söyleyen A. inan'ın fikrinin[24] yanlış
olduğunu söyleyen İ. Kafesoğlu, bunun ancak Moğollar zamanı için geçerli bir tespit olabileceğini
bildirmektedir[25].
Asya'da orun ve ülüş telakkisinin son devirlere kadar yaşadığı görülmektedir.
M. F. Gavrilov, Özbeklerde ve L. P. Potapov'da Altaylarda orun ülüş
telakkisinin milli adetlerde halen yaşadığını tesbit etmişlerdir[26].
Memleketimizde de bugün dahi Gaziantep Barak’ları, Siverek Karakeçilileri, Ege ve Akdeniz kızılbaş
Türkmenlerinde değişik şekillerde yaşadığı belirtilen[27] bu
telakkinin hiç bir zaman sınıf farklılıklarını gösteren özelliklere sahip
olmadığı açık olarak görülmektedir.
Dingeldest ve Krader'in kabul ettiği gibi herkes kendini
kendi atasından beri soylu sayar. Herkes, atası ile öğünür. Yalnız aralarında
bir öncelik veya üstünlük hakkı vardır. Bu da ziyafetlerde et kesmek ve et
ülüşmekle ortaya çıkar[28]. Eğer
resmi yemeklerde herkesin her istediği yere oturamadığı, herkesin yerinin belli
olduğu bu toplantıları, feodal Senyörlerin asalet zincirine benzetirsek,
günümüzde modern devletlerde de protokol ve rütbelerin kesinlikle
belirlendiğini ya görmezlikten gelmeliyiz ya da bu modern devletleri de feodal
sayıp memurları da Senyörlerin yerine koymalıyız. Her iki durumda da yanlış bir
sonuca varacağımıza göre, Türk Devletlerindeki resmi toplantılarda beylerin ve
boyların mevki ve pay anlayışının feodal sistemle alakası olmadığını kabul
etmemiz gerekecektir. Zaten Türk beylerinin hiç bir yönüyle feodal Senyörlere
benzemediğini de daha önce görmüştük.
Eski Türkler, iktisadi hayatlarını asıl olarak
hayvancılığa dayandırıyorlardı. Ziraat, pek önemli bir yer tutmuyordu. Bu
yüzden de büyük malikaneler ve bu malikanelerde çalışan serf'ler, Türk
Devletleri'nde yaşama imkanı bulamamıştır[29]. Fakat
Hunların Çin ile yaptıkları savaşlarda elde ettikleri esirleri memleketlerine
getirerek tarlalarında köle olarak kullandıkları[30], sürülere
bu kölelerin baktıkları söylenmektedir[31]. J.
Deer, göçebe olarak gördüğü Türk Devletleri'nin bir imparatorluk haline geldiği
zaman kölelerin ve yabancıların üzerinde yükseldiğini ve bu kölelerin de
köleleri, cariyelerin de cariyeleri bulunduğunu söyleyerek imparatorluğun
büyüklüğünü köle sayısıyla ölçecek kadar emin görünüyor[32].Bu
tarihçileri Türklerde kölelik meselesinde bu kadar emin konuşmaya sevk eden
nedir?, Gerçekten de Türklerde kölelik ve serflik var mıydı? Yukarıda sınıf
mücadelesine yer verilmeyen bir sosyal yapıya sahip olduğunu gördüğümüz Eski
Türk Devletleri, bu sosyal yapı içinde kölelik ve serfliğe yaşama imkanı vermiş
miydi?
Hunların harp esirlerini köle olarak kullandıkları
bilinmektedir. Fakat bu köleler nasıl bir statüye sahiptiler? Toprağa bağlı
yani serf hükmünde mi idiler? Bu kölelerin sayıları ne kadardı? soruları
aklımıza geliyor.
Köle kelimesine Orhun kitabelerinde ve eski Türkçe yazılı
diğer kaynaklarda rastlanmamıştır. Kitabelerde geçen ve bazı tarihçiler
tarafından köle manası verilen kul kelimesini[33]., köle
değil ancak, siyasi ve medeni bazı haklarını kaybeden kişiler için kullanmak
lazımdır. Çünkü Türk Devletleri'nde esirlerin gerçek manası ile mülkten ve
haktan mahrum köleler olmadıkları, ancak bazı siyasi ve medeni haklarını kaybettikleri
anlaşılmaktadır[34].
Tabgaçlarda ve iç Asya Uygurlarında köleliğin asli Türk
bölgelerinde değil, Çin ve iç Asya sahasında görülmüş olması da Türk idaresinin
halkça yadırganmayan sosyal ve hukuki kaidelere dokunmamasına bağlı olmalıdır[35].
Hunların savaş esirlerini köle olarak çalıştırdıklarını kabul edecek olursak
karşılaşacağımız bazı tarih kayıtları, bizi bu fikirden caydıracaktır. Mesela:
"Asya Hun Kağanı Hu-han-yeh, Çindeki Han hanedanının Yüan
adlı imparatoruna bir mektup göndererek sınırlarda oturan Çinli askerlerin
kaldırılmasını rica etmiş ve bunun üzerine imparator'un danışmanı Hou-ying,
imparatora şöyle söylemişti: "Bizim sınırlarımız içinde yaşayan köleler,
pek sıkıntı çektiği için Hsiung-nu'lara (Hun) kaçmak
isteyenlerin sayısı pek çoktur. Onlar, Hsiung-nu memleketinde insanların
ızdırapsız ve zahmetsiz yaşadıklarını duyduklarını fakat sınırdaki bekçi
teşkilatının pek sıkı olduğundan dolayı Hsiung-nu topraklarına
kaçamayacaklarını söylüyorlar. Fakat buna rağmen onlar, sık sık sınırlarımızdan
dışarı kaçmaktadırlar."[36]
şeklindeki vesikada Çinli danışman, bize Çin'deki kölelerin Hun memleketine
rahat etmek için kaçtıklarını böylece bildirirken, daha sonraki asırlarda
kurulan Avrupa Hun Devleti hakkında da buna benzer bir kaynak bulunmaktadır. Bu
kaynakta yer alan habere göre, Attila'nın başkentinde bir Bizanslı,
Bizans'ta insanın baskı altında tutulduğunu, kanunların
tatbik edilmediğini, Hun memleketinde ise hür olduğunu ve korkusuzca yaşadığını
söylüyordu. Bu Bizanslı savaş sırasında
Hunlara esir düşmüştü[37].
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki İslam öncesi Türk
Devletleri'nde sosyal sınıf farkları ve çatışmaları görülmüyor. Bey'ler, bir
asilzade sınıfı meydana getirmediği gibi toprak köleliğine (serflik) ve şahsi
köleliğe fırsat verilmemiştir. Bozkır Türk devletleri, öyle bir yapıya sahipti
ki Çin’deki köleler, hürriyet ülkesi olan Asya Hun topraklarına kaçıyorlardı. Eski
Türk Devletlerinde fakirlerin çoğunu çalışabilenlerin değil de sakat ve
yetimlerin meydana getirmesi, oldukça ilgi çekicidir. Zira sınıf eşitsizliğine
dayanan toplumlarda asiller en zengin, köylüler ve köleler ise her zaman en
fakir tabakaları meydana getirmişlerdir. Türklerde ise başlıca fakir tabakaları
şunlardı:
1) Közsüz (kör),
2) Oldurum (kötürüm),
3) Aksak
4) Tul-yetim (dullar, yetimler),
5) Çıgay (Fakir)[38].
[1]
M. Bloch, Feodal Toplum, s. 546
[2]
L. Krader, Peoples of Central Asia, s. 155
[3]
L. Krader, aynı eser, s. 155-156
[4]
A.K. Bilgiseven, Genel Sosyoloji, İstanbul 1982, s.159; O. Türkdoğan Türk
Tarihinin Sosyolojisi, C. I, s.84
[5]
O. Türkdoğan, aynı eser, s. 86
[6]
C. Truhelka, "Bosna'da Arazi Meselesinin Tarihî Esasları", Türk
Hukuk, İktisat Tarihi Mecmuası. c.I. İstanbul 1931, s.54
[7]
C. Truhelka, aynı eser, s. 54
[8]
A. Rambaud, Histoire de la civilisation Française, C.I, s.122
[9]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 228
[10]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 228
[11]
Bakz. Kutadgu Bilig, R.R. Arat Tercümesi, Ankara 1979, beyit:453-454
[12]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229
[13]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 203
[14] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229; İ. kafesoğlu,
Kutagu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki yeri, İstanbul 1980, s.23
[15]
İ. Kafesoğlu, K.Bilig ve…, s.14, Z. Gökalp, Türklerde Milli İktisat Devreleri,
Makaleler, C.8, Ankara 1981, s.91; O. Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi,
C.I. , s.131
[16]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[17]
Kutadgu Bilig, Beyit: 2993
[18]
M.Ergin, Orhun Kitabeleri, İstanbul 1983, s. 68
[19]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 202; İ. Kafesoğlu, TMK, s. S.229
[20]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229-230; O.Pritsak, ‘Karahanlılar’, İslam Ans. C.IV,
İstanbul 1977, s. 251
[21]
A. İnan, "Orun ve Ülüş Meselesi", Türk Hukuk İktisat Tarihi Mecmuası
C.I. İstanbul 1931, s. 121
[23] A.
İnan, aynı eser, s. 127-128
[24]
aynı yerde
[25]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 231
[26]
L.P. Potapov, "Göçebelerin iptidai Cemaat Hayatlarını Anlatan Çok Eski Bir
Adet", İ.Ü.Ed.Fak.Tarih Dergisi, C.XI, Sayı:15, İstanbul 1960, s. 71-82
[27]
M. Eröz, Türk Kültürü Araştırmaları, İstanbul 1977, s. 55
[28]
B. Ögel, Türk Devlet Anlayışı, C.I, s.81
[29]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 231
[30]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[31]
W. Eberhard, ‘Eski Türk Devletlerinin Ekonomisi Hakkında incelemeler I’,
Belleten, C. IX. Ankara 1945, s. 490
[32]
J.Deer, aynı eser, s. 165
[33]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[34]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 227
[35]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 227
[36]
M.Mori, aynı eser, s. 224
[37]
İ. Kafesoğlu, TMK, s. 225
[38]
B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 204
0 yorum :
Yorum Gönder