25 Mart 2015 Çarşamba


Avrupa cemiyetinin ortaçağdaki farklı sınıflara ayrılmış halini göz önüne getirdiğimizde Türk cemiyetinde hangi özellikleri arayacağımız ortaya çıkıyor. Bazı araştırmacılar tarafından, asaletini  evladına devreden Senyörler,  Türk beylerine benzetilmiş, Senyörler arasındaki mevki farkları ile Türklerdeki "Orun-Ülüş" telakkisi arasında münasebet kurulmağa çalışılmıştı. Böylece eski Türklerde bey'lerin asiller sınıfını meydana getirdiği söylenerek Türk toplumunun da farklı sınıflardan meydana geldiği iddia edilmiştir. Sosyal yapı bakımından Feodal Avrupa için dahi kölelik, esas unsur olarak kabul edilmeyip bütün ağırlık toprak köleliği diyebileceğimiz "Serfliğe verildiğine göre[1], biz de bu yolu takip ederek esas ağırlığı "serflik" üzerinde toplayacağız.
Lawrence Krader, Orta Asya'daki sınıfların ve politik birliklerin Avrupa'daki şekilden farklı olduğunu söylemektedir[2]. Yine aynı müellife göre bu farklar, Türk devletlerinin teşkilatlanma şeklini feodal teşkilat şeklinden uzaklaştıran farklardır[3]. Krader'in orta Asya'da gördüğü sınıfları kimler meydana getiriyordu? Bunlar farklı sosyal sınıflar mı idi? Yoksa pek çok kişinin yaptığı gibi her ayrı özellik, farklı haklara sahip bir sınıf teşkili için kafi görülerek mi bu sonuca varılmıştı. Bildiğimiz gibi sınıf, aynı statüde bulunan fertlerin yani aynı sosyal hayat tarzını paylaşan fertlerin meydana getirdiği sıralanmaları gösteren bir kategoridir[4]. Sınıfların meydana gelmesi için gerekli olan statü ise bir ferdin toplum içinde işgal ettiği yer olup;
a) Erişilen yani başarı yolu ile kazanılan statü ve
b) Verilen statü 
olarak ikiye ayrılmaktadır[5].
Burada Avrupa'daki Senyörlerin durumunu göz önüne getirmekte fayda vardır. Senyörler, genellikle ikinci şekil (verilen) statüye sahip idiler. Fakat bazen kazanılan statü durumu da görülüyor. Mesela 1323'de Banus Stephan, kendisine Bulgar hanının zevcesini getirdiği için Grgur Stipançiç'e beş köyü timar olarak vermişti[6]. Stipançiç'in timarı ona kazanılan bir statü vermesine rağmen onun timarı, oğullarına geçmek üzere verildiği için[7] Stipançiç'den sonrakiler ikinci türden bir statüye sahip olmuşlardı. Senyörlerin büyük çoğunluğu haksız olarak aslında hak etmedikleri halde büyük arazilere sahip oldukları için[8], verilen statü'yü işgal ediyorlardı. Feodal sınıflı cemiyette geniş araziye sahip olmak, askerliği meslek edinmek veya ruhani zümreye mensup olma özelliklerini görmüştük. Bu üç şart, merhum Kafesoğlu'nun belirttiği gibi yüksek tabakaların teşekkülünde rol oynayan en önemli şartlardır[9].
İktisat bahsinde daha ayrıntılı olarak göreceğimiz gibi, eski Türklerde ziraat umumi iktisadiyat içinde pek az bir yer tutuyordu. Esas ağırlığı hayvancılığın meydana getirdiği İslam öncesi Türk Devletleri'nde, toprak pek ehemmiyetli olmadığından büyük malikaneler ve bu malikanelerin etrafında bir toprak aristokrasisi görülmez[10]. Mülkiyet bahsinde daha açık olarak göreceğimiz bazı özellikler, çiftçilerin bir kudretliye sığınarak topraklarını da ona devretmesi neticesini önlemiştir. Çiftçi veya ailesi yahut da arazisi bir dış tehlikeye maruz kaldığı zaman boy beyi işe karışırdı. Çünkü her bey, kendi boy'unun menfaatlerini korumağa mecburdu. Vazifesinin karşılığını halktan vergi veya angarya hizmetler şeklinde alması için hiç bir yetkisi yoktu. Hükümdarlıktan da üstün olan "Töre", bey'in beyliğini, kağan’ın kağanlığını her an elinden alabilirdi. Çünkü en mühim işlerden birisi, töre'nin tüz (düz, iyi) tatbik edilmesi idi[11].
Türk töresi, aynı tüz'lük ilkesi ile halkın farklı hak ve imtiyazlara sahip sınıflara ayrılmasına da engel teşkil ediyordu. Böylece Töre'nin halkın sömürülmesine mani olması, iktisadiyatta toprağa bağlı olunmaması, ve askerliğin Türkler arasında ayrı bir meslek olarak sayılmaması, her Türk'ün aynı zamanda iyi savaş terbiyesi almış bir muharip durumunda olması[12], Türk cemiyetinde bir zengin, asil ve asker sınıfının ortaya çıkmasına mani olmuştu. Askerliğin bir meslek sayılmaması, aynı zamanda halkın menfaatine uygundu. Çünkü eski Türklerde paralı askerlik bulunmadığından Türk beyleri komutan ve Türk halkı da onun askeri idi. Akınlar ve galibiyetler, halka ganimet sağladığı için sıkı bir disiplin ve bey-halk ilişkisi ortaya çıkmıştı. Bu ilişki ortadan kalktığı zaman ne başarılı akınlar ve ne de devlet, ortada kalmayacaktı[13].
Eski Türk devletleri, siyasi mahiyette olup, dini mahiyet taşımadığı için din adamları imtiyazlı bir sınıf teşkil etmezlerdi[14]. Zaten Türk cemiyet yapısının esas vasıflarından birisi, imtiyazlı sınıfların bulunmaması idi[15]. Türk devletlerinde herkes çalışkanlığına ve kabiliyetine göre yüksek makamlara çıkabilirdi. Hatta zaman zaman halk içinden gelmiş olmak, Han'lık tahtına oturmaya bir engel teşkil etmiyordu[16].
Kutadgu Bilig'de gördüğümüz "Hizmetkar zenginleşirse Bey nam kazanır ve bu namı dua ile ebedi kalır. "sözleri[17], bey'lik hakkını kazananların maiyetlerinde bulunan kişilerin refahı ve zenginleşmeleri için çalışması gerektiğini ve ancak bu şekilde kendi namlarını yürütebileceklerini göstermektedir. Demek ki bey'ler, başkalarının sırtından geçinerek değil refahıyla sorumlu oldukları halkın zenginleşmesiyle ancak itibar kazanabiliyorlardı.
Birçok Rus ve Avrupalı tarihçiyi Türklerin farklı haklara sahip sınıflardan müteşekkil olduğu şeklinde bir fikre sahip kılan sebeplerden birisi de eski Türk abidelerinde görülen "Kara kemikli budun" tabiri[18] idi. Fakat son araştırmalar ile kara kemikli budun tabirinin halk'ı ifade ettiği ancak, halkı alçaltacak bir özelliği bulunmadığı yani halkın adi insanlar olarak görülmediği[19], kara tabirinin aslında alçaltıcı değil aksine büyük, kudretli, saygıdeğer bir seviyeyi ifade ettiği anlaşılmıştır. Bu tabirin asalet sınıfının altındaki bir adi tabakayı belirtmekten değil "asıl büyük kalabalık,  budun" teşekkülünü ifade etmek zaruretinden doğduğu anlaşılıyor[20].
İkinci bir mesele de Orun-Ülüş telakkisidir. Türk devletleri'nde resmi yemeklerde ve toplantılarda görülen bu telakki, Avrupa'daki feodal soyluluk statülerine benzetilmiştir. Bilindiği gibi Avrupa'da feodal Senyörler, asalet sırasına göre derecelenirler ve birbirleri ile münasebetlerinde bu asalet derecelerini göz önünde tutarlardı. Senyörlerin aralarındaki bu mevki farkı, devlete karşı olan hizmetlerine göre ayarlanmaktan ziyade onların iktisadi kudretlerine bağlı idi.
Türk devletlerinde ise meclis toplantılarında, resmi yemeklerde hangi boyun nereye oturacağı, etin hangi kısmını yiyeceği, töre hükümlerine göre tespit edilirdi. Kağanlar, keyfi arzularına göre boyların veya boy beylerinin orun'larını değiştiremezlerdi[21]. Topluluğun içindeki herkesin ülüş'ü (pay) de aynı şekilde töre hükümleri ile tespit edilirdi. Bir kimsenin ülüş hakkı, başarısıyla yükselebildiği gibi başarısızlığıyla da düşebilir ve hatta tamamen kaybolabilirdi[22].
Meclislerde ve ziyafetlerde kişilerin oturacakları yerleri yani orunlarını gösteren "Yasavul" ve "Bökevul"lar bulunurdu. Yasavul veya bökevulların yanlış hareketleri veya ihmalleri sonucunda bir kabileye kendi orunundan aşağısı gösterilirse, o kabile, hakkı olan orun'unu ister ve icap ederse kavga eder, özür dilenmezse buna sebep  olan kabileye düşman olarak toplantıyı terk ederdi[23].
Orun-ülüş telakkisinin harp sonlarında ganimet dağıtılırken de ortaya çıktığını söyleyen A. inan'ın fikrinin[24] yanlış olduğunu söyleyen İ. Kafesoğlu, bunun ancak Moğollar zamanı için geçerli bir tespit olabileceğini bildirmektedir[25]. Asya'da orun ve ülüş telakkisinin son devirlere kadar yaşadığı görülmektedir. M. F. Gavrilov, Özbeklerde ve L. P. Potapov'da Altaylarda orun ülüş telakkisinin milli adetlerde halen yaşadığını tesbit etmişlerdir[26]. Memleketimizde de bugün dahi Gaziantep  Barak’ları, Siverek Karakeçilileri, Ege ve Akdeniz kızılbaş Türkmenlerinde değişik şekillerde yaşadığı belirtilen[27] bu telakkinin hiç bir zaman sınıf farklılıklarını gösteren özelliklere sahip olmadığı açık olarak görülmektedir.
Dingeldest ve Krader'in kabul ettiği gibi herkes kendini kendi atasından beri soylu sayar. Herkes, atası ile öğünür. Yalnız aralarında bir öncelik veya üstünlük hakkı vardır. Bu da ziyafetlerde et kesmek ve et ülüşmekle ortaya çıkar[28]. Eğer resmi yemeklerde herkesin her istediği yere oturamadığı, herkesin yerinin belli olduğu bu toplantıları, feodal Senyörlerin asalet zincirine benzetirsek, günümüzde modern devletlerde de protokol ve rütbelerin kesinlikle belirlendiğini ya görmezlikten gelmeliyiz ya da bu modern devletleri de feodal sayıp memurları da Senyörlerin yerine koymalıyız. Her iki durumda da yanlış bir sonuca varacağımıza göre, Türk Devletlerindeki resmi toplantılarda beylerin ve boyların mevki ve pay anlayışının feodal sistemle alakası olmadığını kabul etmemiz gerekecektir. Zaten Türk beylerinin hiç bir yönüyle feodal Senyörlere benzemediğini de daha önce görmüştük.
Eski Türkler, iktisadi hayatlarını asıl olarak hayvancılığa dayandırıyorlardı. Ziraat, pek önemli bir yer tutmuyordu. Bu yüzden de büyük malikaneler ve bu malikanelerde çalışan serf'ler, Türk Devletleri'nde yaşama imkanı bulamamıştır[29]. Fakat Hunların Çin ile yaptıkları savaşlarda elde ettikleri esirleri memleketlerine getirerek tarlalarında köle olarak kullandıkları[30], sürülere bu kölelerin  baktıkları söylenmektedir[31]. J. Deer, göçebe olarak gördüğü Türk Devletleri'nin bir imparatorluk haline geldiği zaman kölelerin ve yabancıların üzerinde yükseldiğini ve bu kölelerin de köleleri, cariyelerin de cariyeleri bulunduğunu söyleyerek imparatorluğun büyüklüğünü köle sayısıyla ölçecek kadar emin görünüyor[32].Bu tarihçileri Türklerde kölelik meselesinde bu kadar emin konuşmaya sevk eden nedir?, Gerçekten de Türklerde kölelik ve serflik var mıydı? Yukarıda sınıf mücadelesine yer verilmeyen bir sosyal yapıya sahip olduğunu gördüğümüz Eski Türk Devletleri, bu sosyal yapı içinde kölelik ve serfliğe yaşama imkanı vermiş miydi?
Hunların harp esirlerini köle olarak kullandıkları bilinmektedir. Fakat bu köleler nasıl bir statüye sahiptiler? Toprağa bağlı yani serf hükmünde mi idiler? Bu kölelerin sayıları ne kadardı? soruları aklımıza geliyor.
Köle kelimesine Orhun kitabelerinde ve eski Türkçe yazılı diğer kaynaklarda rastlanmamıştır. Kitabelerde geçen ve bazı tarihçiler tarafından köle manası verilen kul kelimesini[33]., köle değil ancak, siyasi ve medeni bazı haklarını kaybeden kişiler için kullanmak lazımdır. Çünkü Türk Devletleri'nde esirlerin gerçek manası ile mülkten ve haktan mahrum köleler olmadıkları, ancak bazı siyasi ve medeni haklarını kaybettikleri anlaşılmaktadır[34].
Tabgaçlarda ve iç Asya Uygurlarında köleliğin asli Türk bölgelerinde değil, Çin ve iç Asya sahasında görülmüş olması da Türk idaresinin halkça yadırganmayan sosyal ve hukuki kaidelere dokunmamasına bağlı olmalıdır[35]. Hunların savaş esirlerini köle olarak çalıştırdıklarını kabul edecek olursak karşılaşacağımız bazı tarih kayıtları, bizi bu fikirden caydıracaktır. Mesela: "Asya Hun Kağanı Hu-han-yeh, Çindeki Han hanedanının Yüan adlı imparatoruna bir mektup göndererek sınırlarda oturan Çinli askerlerin kaldırılmasını rica etmiş ve bunun üzerine imparator'un danışmanı Hou-ying, imparatora şöyle söylemişti: "Bizim sınırlarımız içinde yaşayan köleler, pek sıkıntı çektiği için Hsiung-nu'lara (Hun) kaçmak isteyenlerin sayısı pek çoktur. Onlar, Hsiung-nu memleketinde insanların ızdırapsız ve zahmetsiz yaşadıklarını duyduklarını fakat sınırdaki bekçi teşkilatının pek sıkı olduğundan dolayı Hsiung-nu topraklarına kaçamayacaklarını söylüyorlar. Fakat buna rağmen onlar, sık sık sınırlarımızdan dışarı kaçmaktadırlar."[36] şeklindeki vesikada Çinli danışman, bize Çin'deki kölelerin Hun memleketine rahat etmek için kaçtıklarını böylece bildirirken, daha sonraki asırlarda kurulan Avrupa Hun Devleti hakkında da buna benzer bir kaynak bulunmaktadır. Bu kaynakta yer alan habere göre, Attila'nın başkentinde bir Bizanslı, Bizans'ta insanın baskı altında tutulduğunu, kanunların tatbik edilmediğini, Hun memleketinde ise hür olduğunu ve korkusuzca yaşadığını söylüyordu. Bu Bizanslı savaş  sırasında Hunlara esir düşmüştü[37].
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki İslam öncesi Türk Devletleri'nde sosyal sınıf farkları ve çatışmaları görülmüyor. Bey'ler, bir asilzade sınıfı meydana getirmediği gibi toprak köleliğine (serflik) ve şahsi köleliğe fırsat verilmemiştir. Bozkır Türk devletleri, öyle bir yapıya sahipti ki Çin’deki köleler, hürriyet ülkesi olan Asya Hun topraklarına kaçıyorlardı. Eski Türk Devletlerinde fakirlerin çoğunu çalışabilenlerin değil de sakat ve yetimlerin meydana getirmesi, oldukça ilgi çekicidir. Zira sınıf eşitsizliğine dayanan toplumlarda asiller en zengin, köylüler ve köleler ise her zaman en fakir tabakaları meydana getirmişlerdir. Türklerde ise başlıca fakir tabakaları şunlardı:
1) Közsüz (kör),
2) Oldurum (kötürüm), 
3) Aksak
4) Tul-yetim (dullar, yetimler),
5) Çıgay (Fakir)[38].



[1] M. Bloch, Feodal Toplum, s. 546
[2] L. Krader, Peoples of Central Asia, s. 155
[3] L. Krader, aynı eser, s. 155-156
[4] A.K. Bilgiseven, Genel Sosyoloji, İstanbul 1982, s.159; O. Türkdoğan Türk Tarihinin Sosyolojisi, C. I, s.84
[5] O. Türkdoğan, aynı eser, s. 86
[6] C. Truhelka, "Bosna'da Arazi Meselesinin Tarihî Esasları", Türk Hukuk, İktisat Tarihi Mecmuası. c.I. İstanbul 1931, s.54
[7] C. Truhelka, aynı eser, s. 54
[8] A. Rambaud, Histoire de la civilisation Française, C.I, s.122
[9] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 228
[10] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 228
[11] Bakz. Kutadgu Bilig, R.R. Arat Tercümesi, Ankara 1979, beyit:453-454
[12] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229
[13] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 203
[14]  İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229; İ. kafesoğlu, Kutagu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki yeri, İstanbul 1980, s.23
[15] İ. Kafesoğlu, K.Bilig ve…, s.14, Z. Gökalp, Türklerde Milli İktisat Devreleri, Makaleler, C.8, Ankara 1981, s.91; O. Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, C.I. , s.131
[16] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[17] Kutadgu Bilig, Beyit: 2993
[18] M.Ergin, Orhun Kitabeleri, İstanbul 1983, s. 68
[19] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 202; İ. Kafesoğlu, TMK, s. S.229
[20] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 229-230; O.Pritsak, ‘Karahanlılar’, İslam Ans. C.IV, İstanbul 1977, s. 251
[21] A. İnan, "Orun ve Ülüş Meselesi", Türk Hukuk İktisat Tarihi Mecmuası C.I. İstanbul 1931, s. 121
[23] A. İnan, aynı eser, s. 127-128
[24] aynı yerde
[25] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 231
[26] L.P. Potapov, "Göçebelerin iptidai Cemaat Hayatlarını Anlatan Çok Eski Bir Adet", İ.Ü.Ed.Fak.Tarih Dergisi, C.XI, Sayı:15, İstanbul 1960, s. 71-82
[27] M. Eröz, Türk Kültürü Araştırmaları, İstanbul 1977, s. 55
[28] B. Ögel, Türk Devlet Anlayışı, C.I, s.81
[29] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 231
[30] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[31] W. Eberhard, ‘Eski Türk Devletlerinin Ekonomisi Hakkında incelemeler I’, Belleten, C. IX. Ankara 1945, s. 490
[32] J.Deer, aynı eser, s. 165
[33] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 201
[34] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 227
[35] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 227
[36] M.Mori, aynı eser, s. 224
[37] İ. Kafesoğlu, TMK, s. 225
[38] B. Ögel, T.K.G. Çağları, s. 204

0 yorum :