"Kalabalık taş
kutular, taş yarıklar, oraya buraya uzanan binlerce ırmak içindeki
insanlar, gürültü, kargaşa, ağaçtan gökyüzünün mavisinden, temiz
havadan, bulutlardan yoksun kapkara kumlar ve dumanlarla kaplı yerler.
İşte Papalagi'nin kent adını verdiği şey budur. Ömründe ne bir ağaç, ne
bir ırmak, ne bir gökyüzü görmüş ne de büyük bir ruhla yüzyüze gelmiş
insanların yaşadığı ama yine de gurur duydukları yaratıları…"
Tuivaii, adına uygarlık denen bu yaşam
tarzı karşısında şaşkındır: "Papalagi'nin sözde mutluluğu kendisinin
olsun, biz güneşin ve ışığın özgür çocukları olarak yerimizde mutluyuz"
diyordu.
Büyük Okyanus'taki Polinezya adalarından biri olan Samoa Adası'nın kabile şefi Tuivaii'nin Avrupa'ya gidip oradaki "uygarlığı" gördüğünde kendisini şaşkınlığa düşüren beyaz adamın genel adıydı "Papalagi".
Tuivaii'yle, ilk kez Gökçe Fırat'ın "Türklerin çevreci sosyalizmi" adlı yazısında karşılaşmıştım. Samoa'da bir kulübe ya da Orta Asya'da bir Türk çadırı…
Son derece güzel bir karşılaştırma ve Türk tarihine ilişkin, Türklüğe ilişkin son derece güzel dersler içeren bir yazıydı. Şimdiye kadar hiçbir Türkçünün varabildiğini zannetmediğim derin tezlere sahipti. Batılının kurduğu çapraşık kapitalist düzene maruz kalmadan önce Türklerin kurduğu kolektif ve çevreci düzeni anlatıyordu:
"Avrupalı için ilkellik olan yaşam biçimi onlar için hiç de öyle değildi ve temel bir tercihin sonucuydu. Aynı tercihi Türkler çok daha kıtasal bir alanda ve çok daha kalabalık bir halk ile yapmıştı. Atalarımız Asya'nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yaşam sürerdi. Bugünkü kavramlara göre onlar göçebeydi ve göçebelik ise yerleşik yaşam öncesi ilkel bir yaşam düzeyini simgeliyordu. Çünkü çağdaş sosyolojiye göre uygarlık ancak yerleşik kent yaşamında var olabilirdi.
Türkler içinse yerleşmek diye bir şey söz konusu değildi. Çadırlar kurulur, hayvanlar otlağa salınırdı, sonra iklim değiştiğinde çadırlar toplanır ve daha uygun bir yere göçülürdü.
Batılılara göre böylesi bir göçebe yaşamı, ilkel ve talancı bir iktisadın ürünüydü. İlkelliğinin en önemli göstergesi doğanın esiri olması, doğaya egemen olamaması, talancı olmasının göstergesi ise tarım yerine hayvancılığı benimsemesiydi.
Ancak her iki seçimin de çok daha farklı bir anlamı vardı. Türkler Gök Tanrı'ya taparlardı o zamanlar. Gök Tanrı inancı ise insanı doğanın sıradan bir parçası olarak görürdü.
İnsan tek canlı değildi, hayvanlar ve bitkiler de canlıydı, hatta ve hatta suyun, toprağın, ateşin ve havanın bile canı vardı.
Böylesi bir inanışta insan kendisini doğanın efendisi olarak göremezdi. Doğayı denetim altına almak yerine onunla uyum içinde yaşamak zorundaydı. Çünkü doğayı kızdırırsa, doğa intikamını alırdı."
Belki binlerce yıl böylesine bir toplumsal düzenin parçası olmuştu Türkler ancak Tuivaii'nin görebildiğini ne yazık ki görememişti atalarımız ve Batı'nın kurduğu bu yeni "uygar" düzenin esiri olmuştuk.
Elbette bir kayıptı bizler için terkettiğimiz ve içten içe biraz da ilkellik olduğuna inandığımız yaşam biçimi. Ve biraz da efsanevi bulmuştuk, belki de abartılı…Geri gelişi ise imkansızdı.
Ta ki geçtiğimiz haftalarda Atlas Dergisi'nin "Kayıp Türkler" kapağını görene kadar.
Moğolistan'ın Kuzeybatı sınırında, Sayan Dağları'nda rengeyikleriyle birlikte göçebe hayatı süren ve Türkçenin bir lehçesini konuşan "Dukhalar"dı Kayıp Türkler olarak tarif edilenler. Haberi yapan ve belgeseli hazırlayan da yine onlarla birlikte iki ay yaşayan, kısa sürede dillerini öğrenen, ortak kelimeleri buldukça onlarla birlikte mutlu olan bir Türk kızıydı: Selcen Küçüküstel.
Bir bacağı sakat, koltuk değneği kullanan yaşlı adamın söylediği bir cümle kulağından hiç çıkmamıştır orada olduğu süre boyunca:
"Çevrende gördüğün her şeyin bir ruhu vardır hem de herşeyin… Bu yüzden soluk aldığın her an, bunu fark etmeli ve çok dikkatli olmalısın. Böylece hiçbir canlının ruhuna saygısızlık yapmamış olursun."
Ve orada olduğu süre boyunca da bunun bir hayat felsefesi olduğunu görecektir. Onlarla ilk karşılaştığı an, daha önce biraz çalıştığı Dukha dili ile selamlar hepsini.
"Men mogol dil bilbez, sizlerin sösünü bicce bicce bilir." Yüzlerindeki şaşkınlık ve mutluluk ifadesinden sonra konuşmalar böyle sürüp gidecektir. "Sen gerden gelgen" diye sorarlar ve iki ay boyunca da hayatlarını paylaşmasına izin verirler.
Dukhalar'ın ataları 1940'lı yıllarda Tuva'dan çıkıp dağların arasında geyikleriyle yolculuk ederek Moğolistan'a göç etmiş bir kabileden ve o zamandan beri de bu coğrafyada kültürlerini bozmadan yaşıyorlar. Yüksek yamaçlarda rengeyiği yetiştirerek konargöçer hayatlarını hâlâ devam ettiriyorlar. Modern ve "uygar" denen şehirli yaşantısının dışında, doğayla uyumlu, ona boyun eğen ve en başta da ona saygı duyan bir yaşam tarzıyla. Yani "Türklerin çevreci sosyalizmi"yle…
Son dönemlerde şehirden alışveriş yapsalar da erkekler hâlâ ava gidiyor ve av etini mutlaka paylaşıyorlar. Ava katılsın ya da katılmasın obada her aileye eşit biçimde dağıtıyorlar. Obayı da eşit biçimde yönetiyor, kararları ortaklaşa alıyorlar. Kadınların ise erkeklerden hiçbir farkı olmadığı gibi oba yönetiminde söz sahibiler.
"Göç zamanı geldiğinde yola çıkış kararının nasıl alındığını çözmeye çalışıyorduk ki yanında kaldığımız Boyuntuktuk, ‘ben yarın yola çıkıyorum' diyerek toplanmaya girişmiş ve böylece de göçü başlatan kişi olmuştu. Biz yola çıktıktan sonra bütün aile bizi takip derek sonbahar obasına göçmüştü. Elinde asası bütün geyiklerini yükleyip yola koyulan Boyuntuktuk Dukhalarda kadınların ne kadar güçlü olduğunun bir kanıtı gibiydi."
Doğadaki canlılarla hiçbir hiyerarşik ilişkiye girmeyen, kirlenmesin diye nehirde ellerini bile yıkamayan, zaman zaman şaman ayinleri yapan, zaman zaman avlanan, düşen rengeyik boynuzlarından sanatsal nesneler yapan bu topluluk Selcan Hanım'ı her defasında biraz daha şaşırtacaktır. Sanki efsanelerden çıkmış gibidirler.
Bizim içinse, Orta Asya bozkırlarında hayatını idame ettirmiş atalarımızın bir yansıması, Dede Korkut öykülerinin canlı bir örneği, Türk destanlarından uyarlanmş bir tiyatro sahnesi gibidir.
Onlarla bir süre kalan Danimarkalı bir antropolog içinse son derece uzak, son derece insani, son derece çevreci ve son derece de toplumcudurlar:
"Bir sabah kaltığımda boğazlarım ağrıyordu. Yan çadırda yaşayan aledeki yaşlı kadın bana arkadaki dağlarda bulunan bir bitkinin soğuk algınlığına iyi geldiğini söyledi. Ben de toplamaya gittim ve elbette Batı'da alışkanlığımız olduğu gibi daha sonra kullanırım diye kendim için bol bol koparıp bir demet de fazladan topladım. Çadıra dönüp yaşlı kadına topadıklarımı gösterince yüzünde beliren dehşet ifadesini unutamam. Neden bu kadar çok topladın ki! Sadece kendine bugün yetecek kadar toplaman gerekiyordu!"
Evet, Dukhalar gerçekten doğadaki her şeyi ihtiyaçları kadar alan, fazlasına hiçbir biçimde göz koymayan bir anlayışa sahipler. Tıpkı atalarımız gibi...
Kapitalist yaşam biçiminin Türk toplumlarında neden yer bulamayacağını, genetik olarak bunun ne denli imkansız olduğunun kanıtı gibiler…
Dukhalar, bu zamana kadar bildiğimiz, efsanelerden, destanlardan çıkardığımız, kalıntılardan kurganlardan anladığımız kadarıyla, tarih bilgimizin el verdiği ölçüde sonuçlar çıkardığımız kadarıyla tasvir ettiğimiz atalarımızdan kalan bir numune gibi duruyorlar karşımızda.
Bugün birileri onları ilkel bulabilir, "uygarlık"tan nasiplerini almamış olduklarını düşünebilir ve hatta soylarının tükenmeye mahkum olduğunu ve yavaş yavaş da yok olacaklarını düşünebilir.
Ama bize çok daha farklı şeyleri çağrıştırıyorlar. Bazı değerlerimizin yitirlmediğini, hâlâ dimdik ayakta olduğunu, töremizin, yaşam biçimimizin soyunun tükenmediğini anlatıyorlar. Soyunun tükenmemesi ise, doğanın hâlâ bu anlayışı içinde barındırabileceğini, hâlâ yaşama şansı bulabileceğini gösteriyor.
Bizim bilmediğimiz, gözümüzün görmediği bir alanda yaşıyor olmaları ise onları "kayıp" ve "keşfedilir" yapıyor. Oysa ortada ne bir kayıp, ne de bir keşif var. Onlar açısından son derece normal olan geleneksel bir yaşam tarzıdır karşımızda duran. O nedenle onlar mı kayıp, yoksa gerçekte bizler mi kayıbız diye kendimize bir kez daha sormalı ve dünyaya bir kez de Tuivaii'nin penceresinden bakmalıyız:
Garip olan, doğaya aykırı ve er ya da geç soyu tükenecek olan Dukhalar ya da Samoalılar değil, Beyaz Adam ve dayattığı yaşam biçimidir.
Ne mutlu ki bunu Batı'nın yüzüne bugün vuranlar, dilleri bizden, töresi bizden, geleneği, inancı bizden olan Türklerdir, Dukhalardır.
0 yorum :
Yorum Gönder