Türk tarihi açısından; Kürt beylikleri
(aşiretleri), Osmanlı döneminde değer verilen, özerklik tanınan,
merkezi iktidara yakın siyasal birikimleriyle birleştirici rol alan
çerçevedeydi. Osmanlı kendisine bağımlı ve ‘küçük osmanlı’ yerel
iktidarları yaratmış ve Kürt etnik kökeninin aşiretçiliğine, dolu dizgin
katkı vermişti. “Osmanlı geleneksel düzeni, Kürt bölgesinde aşiretlere
ve aşiretlerin üzerinde birleştirici kurum olarak emirliklere
dayanıyordu. Merkezi Osmanlı iktidarına ek yerel birleştirici
mekanizmalar bir sorun kaynağı değildi, zira düzen bağlı bölgeleri
toplumsal ve ekonomik açılardan türdeş hale getirmek ihtiyacını ve
eğilimini taşımıyordu. Kürt toplumunun yapılanması daha birçok yakın ve
uzak bölge için olduğu gibi, Osmanlı nezdinde fonksiyonelliğine göre
değerlendiriliyordu. Bu anlamda aşiret yapısı aynı zamanda merkezin “aşiretçi siyaseti” ile
birlikte düşünülmelidir. Yerel yapı Osmanlı egemenliğiyle barışıktır.
Kürt vilayetlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na dâhil edilmelerinden
sonraki idari yapıları, imparatorluğun öteki bölgelerinden farklı
olmuştur. Çoğu vilayet, merkezden atanmış valiler yerine, kendilerine
Osmanlı unvanları verilmiş hâkim Kürt aileleri tarafından gerçekten de
neredeyse bağımsız olarak yönetiliyordu. Kürt emirlikleri, yani küçük
bölgesel devletler, böylece sağlamlaştırılmış, merkezce tanınan bazı
ailelerin öbür aileler üzerindeki iktidarı artırılmıştı. Bu emirliklerin
özerkliklerinin boyutları farklıydı. Ve çoğunlukla, emirliklerin teorik
olarak bağlı bulundukları bölge valileriyle olan ilişkilerine, mevcut
askeri ve ekonomik dengelere göre değişiyordu. Bazı emirlikler daha 17.
ve 18. yüzyılda merkezin denetimi altına alınmıştı; ne var ki, merkezi
yönetim 18. yüzyıl boyunca güçten düştükçe, bazı Kürt aşiret reisleri de
kendilerini Anadolu’daki derebeyleri gibi, birer bağımsız hükümdar
konumuna getirdiler.[1]”
Aşiret ve Yörük Ayrımı
Anadolu’da, Türk Yörük kültürüyle, Kürt aşiretleri arasındaki fark, anlaşılması açısından; aşiret kavramıyla, Yörük/oba
kavramlarını ayrıştırmak gerekmektedir. Çünkü feodal obada, hal başka
türlüdür. Bir kere, bu obanın bir ağası vardır. Ağa kendisini obanın
fertleriyle müsavi görmez. Bundan başka, ağa obayı kendisine kul
olmasıyla tanır. Yani obanın fertleri, ağanın serfleridir. Bu ağa, daha
büyük bir ağaya, o da bir beye tabidir. Görülüyor ki, feodal oba seyyar
bir malikâneden ibarettir.
Demokrat obaya gelince, bu ne bir semiye
mahiyetinde, ne de bir malikâne halindedir. Bu Oğuzcuk misali olan bir
Türk obası seyyar bir komünden ibarettir. Muhtelif aileler, sırf
komşuluk vasıtasıyla beraber yaşarlar. Aralarında akraba olanlar varsa
da akraba olmayanlar da vardır. Obanın aksakalı intihapla taayyün eder.
Arap obasında şeyhlik soyda büyüğe münhasırken, Türk obasında yolda
büyüğe aittir. Yolda büyükse, ya halkın intihabıyla yahut boy beyinin ve
il beyinin tayinleriyle meydana gelir. Mamafih, yolda büyük mahiyetinde
bulunan bu aksakal feodal bir reise de benzemez. Çünkü aksakal obayı
kendisine müekkel edinemez. Diğer fertler, hukukça aksakalın
müsavileridir… Türk köyü daha seyyar bir oba halindeyken bile bir komün
mahiyetindeydi. Türk köyü oturduktan, yerleştikten sonra zamanla komün
mahiyeti daha büyük bir kuvvet kazanmıştır. Türk köylüsünün ruhunda
mucizelerle dolu gizli bir hazinenin bulunması bu içtimaî mazhariyetin
neticesidir. Komün, küçük bir cumhuriyet demektir. Filhakika, Türk
köyleri camisini, mektebini, müşterek çayır ve ormanıyla harman
yerlerini kendi kendine idare eden küçük bir cumhuriyet gibidir. Her
köyün vakıf parası, avarız akçeleri namıyla hususî bir sandığı, hususî
bir bütçesi vardır. Türk köyleri hükümetin hiç haberi olmadan, hiçbir
kanuna istinat etmeden, tabıî bir halk teşkilatı suretinde bütün
işlerini görmektedir. Arap köyleriyle feodal köyler, ağasız ve beysiz
yaşayamazlar. Hâlbuki Türk köylerinin hepsi ağasız ve beysizdir.[2]”
“Osmanlı
devrinde Kızılırmak sınır olmak üzere bunun doğu ve güneyinde bulunan
konar-göçer topluluklara Türkmen veya aşiret, Kızılırmağın batısında
kalanlara da Yörük dendiği malumdur. Rumeli Yörükleri de bu batı kesimin
içine girmiş oluyorlar. Ancak Yörük sözü katiyen ne bir kavim ne de bir
ulus (il) veya bir kabilenin adı değildir. Kelimenin yapısının da
gösterdiği gibi, bununla sadece şimdi göçebe kelimesiyle anladığımız
yaşayış tarzı ifade edilmiş olmalıdır. Böylece de bu tabir kendi yayılma
sahası içindeki konargöçer toplulukların umumi adı suretinde bir manaya
sahip olmuştur… Doğudaki aşiretler, her biri kabile esasına göre idare
edilen, merkezle ilişkileri az topluluklardı ki, Osmanlı devletinin
bunlarla ilişkisi, daha çok has reayası olmalarından dolayı has
voyvodaları ve ümera-i aşair denilen boy beyleri arasında kalıyordu…
Anadolu eyaletinde bulunan perakende Yörük taifeleri küçük ve tam
anlamıyla perakende olan topluluklar oldukları gibi, bunların devletle
ilişkileri de il veya ulus esasında değil küçük cemaatler esasında
olmuştur. Bazı muafiyetler karşılığı, devlet bunlardan iktisaden
faydalandığı gibi, siyasi özgürlük vermeden bunların kendine bağlı küçük
gruplar halinde yaşamalarını temin etmeye çalışır. Bu durumu da devlet
ancak bunların perakende olması ve doğudaki aşiretler gibi boy
dayanışmalarını devam ettirmemeleri sayesinde sağlayabilmektedir. 17.
yüzyıl sonunda doğudaki aşiretlerden kopup batıya gelenleri iskân etmeye
çalışan devletin takip ettiği politika yine bunları parçalayarak küçük
gruplar halinde yerleştirmekti… Anadolu Yörüklerinin hem bulundukları
bölge itibariyle, hem de köken itibariyle, Selçuklu Uç Bölgesinin varisi
olduğu biliniyor. Selçuklu Uç Bölgesini de meydana getiren en aktif
topluluğun (yerleşik şehirli kesim hariç) alp veya gazi lakabını taşıyan
savaşçılarla, nüfusları hayli kabarık olan konargöçer Uç
Türkmenlerinden oluştuğu malumdur… Bu perakende olup olmama aşiret Yörük
ayrımının en belirgin özelliği olarak gözükmektedir… İktisaden ve
sosyal açıdan birbirlerine dayanan soy veya oymak mensuplarının meydana
getirdiği boylarda, bağlılık boya ve boy beyine yöneliktir. Bu bağlar
anane yoluyla da kuvvetlendirilmiştir. Bu bakımdan yalnızca soy ve
boylara dayanan sülale ve devletlerde boy beylerinin sadakatinin devamı
daima önemli bir sorun olmuş ve böyle sülale ve devletler uzun ömürlü
olmamıştır. İşte bu bakımdan, konargöçer toplulukların yaşayış tarzını
değiştirmeden, boy içindeki bağlılıkları değiştirme çabalarına tarihte
daha önce de şahit oluyoruz. Boyları dağıtarak boy beyine ve boya
bağlılığı yıkmak, ilişkileri hükümdara şahsen bağlı kişilere yöneltmek,
sonradan da bu bağları doğrudan sülale veya devlete yöneltmek sürecini
Cengiz ve oğulları devrinde de görebiliriz… Ordu teşkil edilirken,
yardımcı olan boyların başında kendi boy beyleri bırakılır, karşı gelen
boylarsa, dağıtılarak eski boy bağlarını koparmış ve Cengiz’in şahsına
bağlanmış nöker ve noyanların emrine verilirdi. Boylar, tamamen
dağıtılmamış, küçük gruplar halinde binlikler içinde mevcut
bulunuyorlardı. Bunlara Osmanlı deyimiyle perakende diyebiliriz… Osmanlı
tımar sisteminin aşiretlerin bulunduğu yerlerden ziyade perakende
Yörüklerin bulundukları bölgelerde gelişmiş olması da dikkate değerdir.
Hatta bu uyum içerisinde 16. yüzyılın ortalarına kadar birçok Yörük
grubunun kendiliklerinden yerleşik hayata geçtikleri görülmektedir. Bu
bölgedeki denge daha çok doğudaki aşiretlerin topraklarını terk ederek
Anadolu Eyaleti’nde şekavette bulunmalarıyla bozulmuştur.[3]”
Osmanlı’da Padişah Malı Toprak ve Aşiretlerin Osmanlı Düzeni İçinde Yeri
Kürt aşiretlerinin,
kendilerini güçlü kıldığı Osmanlı döneminde; 1858 yılında çıkarılan
arazi kanunnamesiyle de toprak mülkiyet eşitsizliğinden, yağmacı bir
anlayışla yararlanmıştı. Bu da kuşkusuz, eşitlikçi bir toprak mülkiyet
hukukunun olmadığının açık göstergesiydi. Kaldı ki, toprak; Osmanlı
devrinde padişahın malı olarak değerlendiriliyordu. Türk halkının
köylüleşmesine, zaten ülkedeki toprak hukuku da izin vermemiştir. 19.
yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda özel toprak
mülkiyeti hakkı yoktur. Toprakların tamamı padişahındır. Ve padişah,
belirli askeri görevler karşılığında bu toprakların gelirlerini toplama
hakkını dağıtmaktadır. Yılda yüz bin akçeden fazla gelir elde edilen
topraklara has, yirmi binden yüz bin akçeye kadar gelir getirene zeamet,
üç binden yirmi bin akçeye kadar geliri olana da tımar denilmektedir.
Savaş hallerinde, bu has, zeamet ve tımar sahipleri, gelirlerine göre,
orduya belirli sayıda asker sağlamakla yükümlüdürler. Bu has, zeamet ve
tımar sahipleri de, toprakların sürülüp, ekilip biçilmesi hakkını,
belirli bir peşin kira ve elde edilecek ürünle oranlı bir vergi (aşar)
karşılığında köylülere vermektedirler. Toprakta ne tür tarım yapılacağı,
hangi ürünün yetiştirileceği ve benzeri gibi kullanma ilkeleri de
kesinlikle devlet tarafından, dolayısıyla sipahiler tarafından
saptanmaktadır. Yani, toprağı kullananın, yetiştireceği ürünün türünü
belirleme hakkı bile yoktur. Özel toprak mülkiyeti hakkıysa, ilk kez
1858 yılında çıkarılan “Arazi Kanunname-i Hümayun-u”yla
tanınmıştır. Bu yasayla, toprakların mülkiyeti, onu sürene, ekip biçene
devredilmemiştir hemen. Tam karşıtı, gene has, zeamet, tımar sahibi
beyler, paşalar, ağalar, valiler, kadılar filan, bu yasa çıkar çıkmaz
hemen korkunç bir toprak yağmasına girişmişlerdir. Örneğin, o yıllarda
vali olan bir paşanın, bu yasadan yararlanarak, yönetimindeki tapu
memuruna buyurup, arazi sınırları “şimalen cebel-i Toros, cenuben Akdeniz, şarken Ceyhan nehri, garben Tarsus çayı” şeklinde belirlenmiş tapularla, bütün ovaya nasıl sahip olduğu, Çukuroca’da hâlâ anlatılmaktadır…[4]
Osmanlı toprak sisteminin
yozlaşmaya başlamasıyla birlikte, 18. yüzyılda, ayan adı verilen, halk
tarafından kendilerine teveccüh gösterilen ve devletle halk arasında yer
alan mahalli otoritelerin ortaya çıkışı, özellikle Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde, günümüzdeki toprak ağalığı kurumunu ortaya
çıkarmıştır… Yavuz Sultan Selim’in Şiiliğin Anadolu’ya
yayılmasını önlemek için 1514 yılında Doğu’ya düzenlediği seferi
sırasında kendilerine katılmadıkları gerekçesiyle Alevi aşiretleri
cezalandırırken, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır gibi yerlerde oturan ve
kendisine karşı isyan etmeyen hatta destekleyen Sünni Kürt Beylerini ve
aşiret reislerini memnun etmek için yurtluk, ocaklık adı altında
topraklar ve araziler vermiş, yaylaklar ve kışlaklar bağışlamış,
sancaklar ve beylikler vererek ödüllendirmiştir… 2. Abdülhamid’in
1891 yılında 36 adet olarak kurduğu Hamidiye Alayları’nın liva
(komutan) ve mirlivalarını (kol komutanı) –ki bunlar aynı zamanda aşiret
reisleriydi- İstanbul’a çağırarak değişik maksatlarla kendilerine
hediyeler verdiği, bu hediyeler arasında araziler, yaylak ve kışlakların
da yer aldığı bilinmektedir… İmparatorluk zayıflayınca bu bölgede
yaşayan beyler, güç ve prestijlerini kullanarak devletin bazı
arazilerini kendi tasarruflarına geçirdiler. Bilahare Cumhuriyet
yıllarında bunların çocukları zilliyetlik yoluyla bu arazileri
tapularına geçirmiş veya hazine arazilerini tasarruflarında tutarak
mülkiyet ilişkilerini kontrol etmiş, ağa veya resmi idaresi olmayan bey
haline gelmişlerdir. Bundan büyük yararlar sağlamış olan ağa ve beyler
(ki çoğu yerde bu iki unvan aynı kişide toplanır) bu avantajı halka
karşı bir ayrıcalık ve bir üstünlük olarak kullana gelmişlerdir[5]…
Toprak sisteminde bu denli savruk ve halksız bir siyaset/hukuk güden
Osmanlı; ‘padişah malı olan’ toprağı: hediyelik olarak bile
kullanmaktaydı. Keyfi ve eşitsiz, hukuksuz uygulamalarla, toprak sahibi
yaptığı aşiretler, beyler, ağalar; Cumhuriyet döneminde de, mülkiyet
ilişkilerini lehlerine kullanmama yollarını aramışlardır. “Osmanlı
hükümeti, doğu illerinde Ermenilere karşı Kürt aşiretlerini kullanmaya
başlamıştı. Bu yüzden II. Abdülhamit zamanında Kürt aşiretleri ve
beyleri çok nüfuzlu hale geldiler. Bazıları vezirlik ve paşalık
rütbelerine kadar yükseldiler. Bu yüksek rütbeli Kürt ileri gelenlerinin
çocukları iyi tahsil görmüşler ve batıdaki milliyetçi akımlarla
karşılaşmışlardı. Denilebilir ki, Abdülhamit devri ve padişahın böl ve
yönet siyaseti Kürt istiklâl hareketinin başlangıcını teşkil etmiştir.[6]”
19 yüzyılda, Osmanlı döneminde; “Milletvekili
olabilmek için mülk sahibi olma şartının aranması nedeniyle ancak hali
vakti yerinde olanlar milletvekili olmaya hak kazanabiliyorlardı. Bu
kişilerin çoğu laissezfaire (bırakınız yapsınlarcı) politikalarından ve
dünya ekonomisinin imparatorluğu özümlemesinden kârlı çıkmışlardı.
Bunlar zayıf ve müdahaleci olmayan bir devleti tercih ediyorlardı.
[7]”
Böylelikle de, yerel anlamda otoriteler kurup, merkezi iktidarla aynı
çizgiyi koruyan siyasal tutumlarla, çıkarı kapitalist/feodal ilişkiler
geliştirmişlerdir. Bu da var olmalarının koşulu olarak ortaya
çıkmaktaydı. Dolayısıyla, toprak mülkiyet ilişkileri her daim; yerel
aktörlere, feodalizmin toprak üzerindeki ‘belirginliğine’/’belirleyici sahipliğine’
işaret eden yapısıyla, ağalık, beylik unsurlarının tahakkümüne neden
olmuştur. Günümüze kadar ki süreçte, toprak sorununu gündemden
düşürmeyen, etken Osmanlı’nın keyfi uygulamalarıyla feodalizmi
yaşatmasında yatmaktadır.
Ömer Lütfi Barkan’ın hicri 1257 – 1258 mali yılına dair düzenlediği bir tabloda iç gelirin bölüşümü şöyle saptanmaktadır:
Vilayetin İsmi |
Padişah Hasları
%
|
Diğer Has ve Tımarlar
%
|
Evkaf ve Emlak
%
|
Rumeli Anadolu, Karaman |
48
|
46
|
6
|
Zülkadiriye ve Rum |
26
|
56
|
17
|
Diyarbekir |
31
|
63
|
6
|
Halep ve Şam |
48
|
38
|
14
|
Tablo 1. Osmanlı Has ve Tımarlarında İç Gelir Payları
Genel gelirler içinde diğer
haslar ve tımarlar çok önemli bir yekûn tutmaktadır. Bu gelirler dirlik
sahiplerinin elindedir. Bu husussa Osmanlı toplumunda kökleşmiş olan,
ağalığın giderek ve güçlenerek sürdüren, ellerindeki dirlik çevresinde
kalan devletin diğer arazilerini de kendi dirliğine katıp günümüze kadar
ulaşan toprak feodalizminin, yani “Türkiye Cumhuriyeti’nin En önemli sorununun” kökünün ta Osmanlı’daki toprak rejiminin yozlaştırılmasından kaynaklandığı açıkça görünmektedir[8].
1908 Devriminde Toprak Mülkiyet İlişkileri
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, ekonomik
programı da; geleneksel Osmanlı toprak mülkiyet ilişkilerinin sonucuyla
başarısız olmuştur. Öyle ki; ittihatçılar, yerel feodal unsurlarla
ilişki kurmak zorunda kalmışlardı. “ittihatçılar, ekonomik devrimi
başaramamışlardı. Çünkü birbirini izleyen krizler onları tutucu
güçlerle, özellikle Anadolu’daki toprak ağaları ve eşrafla uzlaşmaya
zorladı. İmparatorluğu zayıflamaktan ve yıkılmaktan kurtarmak amacıyla
iktidara geldiler. Önlerinde siyasal ve toplumsal seçenekler bu nedenle
sınırlıydı. Cumhuriyetçi ya da açıktan laik olamadıkları için,
ideolojisi İslam’ı temel alan bir anayasal monarşi kurdular. Krizler ve
hazinenin iflas etmesi, onları ülke dışından borç almaya ve gelir elde
etmek için köylülüğü ezmeye zorladı. Sonuç olarak kırsal kesimi
dönüştürmek için gerekli olan reformu gerçekleştiremediler.[9]”
ittihatçıların çabalarının sonuçsuzluğu; halkta huzursuzluğa ve hayal
kırıklıklarına neden olmuştu. 1908 Devrimi hem şehirlerde hem de kırsal
kesimde büyük umutlar yarattı. Ancak, bir yıl sonra, gazeteci Ahmet Şerif, Anadolu’yu gezdiğinde, her yerde umutsuzluk ve kendi hayatlarında hiçbir şeyin değişmediğinden şikâyet eden köylüler gördü. “(Köylünün
özlemini çektiği) özgürlük ancak yakın zamanlarda işitmeye başladığımız
bir sözcüktü. Ancak işittiklerimizden ve bazı (bildirilen)
faaliyetlerden hareketle onun değerli bir şey olduğunu anlıyoruz… Ancak
bir her şeyin adalete uygun olacağını düşündük; vergiler adil bir
biçimde ve barış içinde toplanacaktı; köydeki katiller ve hırsızlar
ıslah edileceklerdi; askere giden çocuklarımız yıllarca aç ve çıplak
kalmayacaklar, zamanla terhis edileceklerdi; memurlar akıllarına eseni
yapmayacaklardı ve her şey daha iyiye doğru gidecekti. Ancak bütün
bunlar olmadı. Geçmişte bazı şeyler daha iyi işliyordu; bugünse her şey
tam bir karışıklık içinde… Çeşitli kişiler belirli bir toprak parçasının
tapusunu elde tutuyorlar ve bağlı olduğumuz toprağın bize ait olup
olmadığını bilmiyoruz. Bu yüzden her gün çatışmalar oluyor ve zaman
zaman insanlar ölüyor. Devlet dairesine ve mahkemeye gidiyoruz, ancak
derdimizi anlatamıyoruz. İlgilendikleri tek şey vergi toplamak… Yıl
boyunca çalışıyor ve her yıl vergimizi ödüyoruz; vergiyi zorla
toplamamaları için çanak çömleğimizi ve yatağımızı bile satıyoruz. Bu
yüzden hep borçluyuz. Son birkaç yıl içinde pek çok köylü ekecek tohum
bulamadı. Kimseden yardım gelmediği için tohumun bir kilosunu 100-125
kuruşa ağalardan alıyor ve ona bir kilo karşılığında üç kilo olarak iade
ediyoruz. Bu ağalar bizi tehdit ediyorlar; köylüyü adamlarına
dövdürebilir, hapse attırabilir ya da zaman zaman devlet memurlarıyla
karşı karşıya getirebilirler. Ödeme gücü olmayanlardan alacaklarını bu
yolla tahsil ediyorlar. Aslına bakılırsa Ziraat Bankası, kredi veriyor
ama bunun bize faydası yok. Para köye ulaşmadan bitiyor.[10]”
Osmanlı yönetimi ve İttihat ve Terakki
1908 devrimi, kangrenleşmiş haliyle toprak mülkiyet sorununu
halledememiş ve Cumhuriyet’e de aynı sorunlar devrolmuştur. “Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e devreden tarımsal topraklar mülkiyet açısından devlet
mülkü (miri mülk) topraklar, özel mülk topraklar, vakıf topraklar ve
aşiret topluluğuna ait topraklar olmak üzere dörde ayrılabilir.
İmparatorlukta toprak genel olarak mülkiyet açısından büyük parçalara,
işletme açısından küçük parçalara bölünmüştü. Mülkiyeti devlete ait olan
topraklardaki küçük işletmelerin bir bölümü üretici köylünün kendi
mülkü haline dönüşerek; bir bölümüyse, miras ve satış yoluyla küçük
parçalara bölünmediği sürece, büyük özel mülkler olarak Cumhuriyet’e
devretmiştir. Üretici köylü, ikincisinde ortakçı durumuna gelmiştir.
Vakıf topraklar, daha çok parçalı olarak özel mülk topraklara
dönüşmüştür. Bunlar genellikle varlıklı kişilerin eline geçerek bir
bölüm köylünün topraksızlaşmasına yol açmıştır. Aşiret topraklarıysa
aşiret reisinin feodal egemenliği altında işletme olarak küçük parçalara
bölünmüş durumdadır… Toprak mülkiyetindeki farklılıktan dolayı, toprağı
daimi ve irsi olarak tasarrufunda bulunduran köylü, ya tasarrufunda
bulundurduğu toprağın sahibi olmuş ya koşulları değişmekle birlikte
tasarruf sahibi olarak kalmış ya da tasarruf hakkını da kaybederek
mülksüzleşmiştir…[11]”
Feroz Ahmad’a göre göreyse; toprak mülkiyet sorunundan önce, iş gücü yetersizliği sorundu: “Türkiye’de
toprak ağalarını mülksüzleştirerek ve topraklarını köylülere dağıtarak
devrime kazanabilecek, toprak açlığı çeken bir köylülük yoktu. Nüfusun
çok ve artmakta olduğu, toprağın yetersiz kaldığı pek çok üçüncü dünya
ulusunda gördüğümüz tipte klasik bir toprak sorunu da yoktu. Ancak
pratikte, tarım ticarileştikçe toprağın fiyatı yükseliyor ve toprak az
sayıda kişinin elinde toplanıyordu… Tarımsal Türkiye’nin asıl sorunu
toprak yetersizliği değil, sürekli savaşların ve nüfus kaybının
ağırlaştırdığı işgücü yetersizliğiydi. Tarımsal işgücü eksikliği dünya
savaşı sırasında öylesine kritik bir noktaya geldi ki, hükümet ucuz
işgücü sağlamak ve hayati besin maddelerinin üretimini sürdürmek için
corvée (angarya) uygulamak zorunda kaldı. 1923’te yeni devletin
sınırları içindeki nüfus yaklaşık yüzde 20 oranında azalmıştı. Toprak
dağıtımı toprak ağalarının elindeki işgücü miktarını önemli ölçüde
azaltabilirdi. Bu durumda toprak ağaları daha yüksek ücret ödemek
zorunda kalacaklar ve toprak kiraları düşecekti. Bu iki durumu göz önüne
alan toprak ağaları toprak reformuna ya da kırsal kesimde herhangi bir
yapısal değişikliğe karşı çıktılar.[12]”
Toprak ağalarının, toprak reformuna ve kırsal alanda mülkiyet
ilişkilerini kendi aleyhlerinde sonuçlandıracak bir girişime karşı
çıkanları doğruysa da; Ahmad’ın söylediği gibi iş gücü açısından,
yoksunluk çeken yeni Türkiye’nin toprak reformuyla işlenecek toprağa az
sayıda işçi/köylü düşmesinin, ağaların toprak mülkiyetindeki paylarının
zarara gireceği endişesiyle, toprak reformuna karşıtlıklarının
meşrulaştırılması pek de anlamlı görünmemektedir. Ancak Ahmad’ın
haklı olduğu ya da dolaylı olarak gündeme getirdiği ayrı bir boyut
vardır ki, o da: Kemalist devrimin, aşiretlerle uzlaşmasıdır… Sovyet
elçisi Aralov‘la Mustafa Kemal arasında geçen diyalogda, Mustafa Kemal: “TBMM’nin
ödevi, köylüyü ağır aşar vergisinden kurtarmak, ona başka kolaylıklar
sağlamaktır. Ama şu anda biz bunu yapamayız. Birçok zümrelerin kinini
üzerimize çekmiş oluruz. Onlar bizden uzaklaşır ve istilacıları kovmak,
halkın kurtuluşunu ve ülkenin bağımsızlığını sağlamak gibi başlıca
görevlerimizi yapmaya engel olurlar. Milli davamızı çözümledikten sonra
köylüyle uğraşabiliriz.[13]”
Kemalist Devrim ve Şark Islahat Planı
Mustafa Kemal’in, Sovyet elçisine
söylediği ve köylüyü kalkındırmanın, vatan bütünlüğü/ülke öncelikleri ve
devrimin gerekleri nedeniyle ertelenmesini ifade etmekteydi. Yoksa
tamamen köylüyü yok saymak, toprak reformunu, kırsal kesimde ıslahatları
yapmamak gibi bir anlayış söz konusu değildi. Önceliklerin önemiydi. Mustafa Kemal, yoksa Meclis’teki konuşmasında; köylünün sorunlarına ve gereksinimlerine işaret etmekteydi: 14 Haziran 1934’te Meclis’te: “Şark’ta
geniş çiftlikler ve bu çiftliklerde serf (köle) gibi yaşayan topraksız
ve fakat toprağa bağlı birçok insan vardır. Ancak aynı vaziyette
çiftliklere ve insanlara Anadolu’nun diğer birçok yerlerinde de tesadüf
olunmaktadır. Şark’ta bu topraksız ve fakat toprağa bağlı insanları bu
bağdan kurtarıp toprağa sahip kılmak ne kadar lazımsa Garp’ta da aynı
vasıftaki bu insanları aynı surette kurtarmak aynı derecede ve belki
daha şiddetle lazım, zaruridir. Toprak Yasası’nın bir sonuca
eriştirilmesini TBMM’nin üstün çabalarından beklerim. Her Türk Çiftçi
ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması kesinkes
lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve bayındırlığı bu ilkeye dayalıdır.
Bundan başka büyük toprakların çağdaş araçlarla işlenerek ülke için daha
fazla üretim alınmasını teşvik etmek isteriz.” 1 Kasım 1937’de: “Milli
ekonominin temeli ziraattır. Köylere kadar yayılacak programlı ve
pratik çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır. Bir defa
memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli
olanıysa bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve
suretle bölünmez bir mahiyet alması şarttır.” 1937 yılında tarım için uygulanması gereken yöntemlerden şöyle söz etmektedir: “ilk
önce ciddi çalışmalara dayalı bir tarım politikası belirlemek ve onun
için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve
severek uygulayabileceği bir tarım rejimi kurmak gereklidir. Bu politika
ve rejimde, önemli yer alabilecek noktaların başlıcaları şunlar
olabilir. Bir kez, ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha
önemli olansa, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir
nedenle ve hiçbir şekilde bölünemez bir nitelik almasıdır. Büyük çiftçi
ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin, arazinin
bulunduğu bölgelerin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre
sınırlanması gereklidir. Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları
artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden
alınmalıdır. Herhalde, en küçük bir çiftçi ailesi, bir çift hayvan
sahibi olmalıdır, bunda ideal olan öküz değil, at olmalıdır. Öküz, ancak
bazı şartların henüz sağlanamadığı bölgelerde hoş görülebilir. Köylüler
için, genellikle pulluğu pratik ve faydalı bulurum. Traktörü büyük
çiftçilere öneririm. Köyde ve yakın köylerde, ortaklaşa harman
makineleri kullanmak köylülerin vazgeçemeyeceği bir gelenek haline
getirilmelidir. Ülkeyi iklim, su ve toprak verimi bakımından tarım
bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin
gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli,
modern pratik tarım merkezleri kurulması gereklidir. Bugün devlet
yönetiminde bulunan çiftliklerdeki ve bunların yönetimi içindeki diğer
tarımsal sanayi kuruluşlarındaki bazı kişiler, tarımsal çalışmaların
bütün alanlarında her türlü teknik ve modern deneylerini tamamlamış
olarak bulunduğu bölgelerde en faydalı tarım usul ve sanatlarını yaymaya
hazır bulunmaktadırlar. Bu, bakanlık için büyük kolaylıklar
sağlayacaktır. Ancak, gerek var olan gerek bütün ulusal tarım bölgeleri
için yeniden kurulacak olan tarım merkezlerinin kesintiye uğramadan tam
verimli çalışmalarını; şimdiye kadar olduğu gibi, devlet bütçesine
ağırlık vermeksizin, kendi gelirleriyle kendi varlıklarını yönetmek ve
gelişmelerini sağlayabilmek için bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş
bir işletme kurmalarını öneririm[14].
Mustafa Kemal’in bu
sözleri; toprak sorununa ve köylünün bilinçlenmesine ve tarımsal
kalkınmaya ne denli önem verdiğinin göstergeleridir. Öyle ki, 1925
yılında Şark Islahat Planı, hazırlanmıştı. 24 Eylül 1925’te Bakanlar
Kurulu kararıyla hazırlanan planın, 2536 numaralı kararının 10.
maddesinde şöyle denilmişti: “Aşiret yapısının o sene zarfında ilgası
ve halktan doğrudan doğruya hükümetle temas ve hukukunun bilvasıta
hükümetçe muhafazası ve temini hususu peyderpey mevki-i fiile
konacaktır. Bunun için şarkta hükümet kuvvet ve nüfuzunun her şube-i
idareden mefkûreli ve muktedir memur gönderilmek suretiyle takviyesi
lazımdır.[15]”
Planda, görüldüğü gibi
hükümetin duruma el koyması gerektiği bildiriliyordu. Cumhuriyet
döneminde, devrimle birlikte Kürt aşiretlerinde, yabancıların eliyle,
isyanlar baş göstermiş; her kalkışma ve olay kendilerine zarar
vermiştir. Ziya Gökalp, konu hakkında şu çözümlemelerde bulunmuştur: “Milli
misakımızın Türklerle Kürtlere aynı kıymeti, aynı ehemmiyeti vermesi
gösteriyor ki bu iki millet arasındaki vefa bağları, sadakat rabıtaları
her türlü tasvirin fevkinde bir samimiliğe maliktir. Filhakika,
Meşrutiyetten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa
uğramadı. Zira aşiret kavgalarından zarar gören yalnız aşiretlerdir. Bu
kavgalar zannolunduğu gibi ne hükümete karşı isyan ne de ahaliye karşı
şekavet mahiyetinde değildir. Balkan harbi gibi mütareke zamanları en
felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimi dert
ortaklığı eden bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü istiklal
savaşımında bütün heyetiyle iştirak edip Türklerle beraber “hep yahut
hiç!” diyen bu sadakatli millet değil miydi? Türk nasıl olur da bu
kadar samimi bir Kürt’ten, bu kadar hukuk perver bir arkadaşın emsalsiz
vefakârlıklarını, sayısız fedakârlıklarını unutabilir? Kürtlerin
medeniyetçe bir kusuru varsa, bazı kısımlarının hâlâ aşiret halinde
kalmasıdır.[16]” Ayrıca Gökalp: “Kürtlerin
askerlikten kaçtığına bakanlar, bu kavmi mefkûresizlikle damgalarlar.
Ya da korkak sanırlar. Oysa Kürtlerde mefkûre çok kuvvetlidir. Fakat bu
mefkûre vatan mefkûresi olmadığından, askerliğe eğilimleri yoktur. Buna
karşılık aşiret mefkûreleri çok güçlüdür. Hayatlarını, servetlerini,
evlatlarını bu mefkûreye feda etmekten kadın erkek çok büyük zevk
duyarlar. Aşiret kavgalarında gösterdikleri kahramanlıklar, ortaya
koydukları fedakârlıklar övülmeye değer… Aşiret mefkûresi o kadar
güçlüdür ki, ferdin en şiddetli tutkusu olan aşkına bile bu ülkü üstün
gelir… Bütün ilkel cemiyetlerde ne ferdi hukuk anlayışı, ne de kamu
hukuku anlayışı vardır. Hukuk yalnız semiyeye (aşiretin ait birimine
sop, klana) aittir. Bir ferde tecavüz etmek, semiyeye tecavüz etmek
anlamı taşıdığı için, intikam semiye tarafından alınır. Bundan dolayıdır
ki alınan diyet, ölenin aile büyüğüne verilmez. Semiyenin eli silah
tutan üyeleri arasında bölüştürülür. Cahiliye Araplarında miras da böyle
bölünürdü. Aşiret ruhuna sahip olan toplulukların, bizim kanunlarımıza
iltifat etmemeleri, bu ilkel hukuk ve anlayışın sonucudur… Aşiret düzeni
bozulunca her fert kendi başına kalır. Toplumsal bir örgüt mevcut
olmaz. Bu duruma “toplumsal atomizm” denilir. Bu durumda fertler
arasında yalnız bir kanun geçerli olur: “gücü yeten yetene, altta
kalanın canı çıksın.” Bu durum sosyal bir dağılmadır. Böyle bir durumla
karşı karşıya kalan bir topluluk, mutlaka bir beyin, bir ağanın yönetimi
altına geçer. Kuruluşta fertler, reaya (vergi veren halk, Osmanlılarda
yoksul kesim) haline girer. Ne var ki bu hal, onlar için anarşiden,
başsızlıktan daha iyidir. Bu yüzden bu esir gibi durumu, yani feodalist
aşiret sistemini, dağılmış köylüler, olgunlukla kabul ederler… Köylüler
örgütsüz kalmakla büsbütün yok olacaklarını bildikleri için, sıtma adını
verdikleri bu reaya durumunu iradeleriyle ve gönül rızasıyla kabul
ediyorlar. Çünkü topraklarını hiç para almaksızın bu egemen ağaya terk
ederek, onun esareti altına giren köylüler çoktur. Ağa köyleri,
örgütlenme ve kamu hukukuyla ferdi hukuk anlayışına sahip olduktan
sonradır ki, halk köyleri sırasına geçebilirler. Gerçi halk köylerinden
bazısı, çaresizlik içinde kalınca, yeniden ağa köyü haline geçmekten de
çekinmezler.[17]”
Gökalp’in çözümlemelerini doğrulayan ve aşiretler içinde vazgeçilmez bir tapınç, güç, korunma kaynağı olduğunu doğrulayan Minorski’nin gözlemleri de önemlidir: Minorski, 1915’te yaptığı gözlemlerinde: “Ağayla
bireyler arasındaki ilişkilere gelince, bu bağ Kürtler arasında çok
güçlüdür. Ağaya sonsuz bağlılık ve baş eğme vardır. Ağa, onların
varlıklarının en önemli parçasıdır. Ağaya sürekli üstün bir varlık ve
muzaffer kumandan gözüyle bakılır… Aşiretin bireyleri bu etkinliği zorla
değil içten gelen bir arzuyla kabul ederler. Öyle ki Türklerin işgal
ettikleri yerlerden bazılarında, halkla yaptığım konuşmalarda,
Türklerin, ağaların egemenliğine son vermeye çalışmalarından dolayı
şikâyet ediyorlar ve ‘artık ağamız olmayacak ve biz ağasız kalacağız’
diyorlardı.[18]
Hâlbuki aşiretlerin; ağalar, şeyh ve şıhlar; Kürt yurttaş için en büyük
düşman unsurdur. İnsanca yaşamanın, kölelikten kurtulmanın yegâne yolu;
bu bağımlılık ilişkilerinden kurtulmaktır. “Doğu ve Güneydoğu
Anadolu’yu ülkemizin diğer bölgelerinden ayıran en temel özellik, feodal
ağalık ve ona bağlı olarak din bezirgânlarının beslendiği şeyhlik
sorunudur. Son yıllarda iyice başını kaldıran, gün geçtikçe kabaran
“Kürtçülük” sorunu bir yanıyla emperyalizmden, diğer yanıyla da bu
aşiretlere dayanan ağalık ve şeyhlikten almaktadır gücünü. Kürtçülük
yapanlar, Kürtçülükten çok eşitlikten söz etmelidirler. Feodal
kalıntılar olan, çağ dışı ağalığa ve şeyhliğe, cemaatlere karşı
çıkmalıdırlar. Dün olduğu gibi, bugün de topraksız Türk ve Kürt
köylülerinin en büyük düşmanı Türk ve Kürt toprak ağalarıdır.[19]”
Celal Bayar’ın Raporu: “Doğu’ya Ağa, Şeyh Egemen”
Ömer Lütfi Barkan’ın, önerilerini de dikkate alarak, yeni feodal ilişkilerin önüne geçmek elzem bir yaklaşım olacaktır. CHP’li Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan: “Yeni
Türk devletinin eski feodal ve başıboş liberalizm ananelerini devam
ettiren ve köylüyü fakr-ü zaruret içinde bırakan geri toprak
münasebetlerini, onlara vücut veren geri siyasi teşkilatla birlikte
ortadan kaldırarak köylünün paryalaşmasının önüne geçmek ve memlekette
yeni ve büyük içtimai ve siyasi tehlikelerin meydana gelmesine mucip
olacak şekilde, yeni toprak malikânelerinin teşekkülüne mani olacak
tedbirleri almak lâzımdır.[20]” Barkan’ın
saptamaları, konunun aslında temelden ele alınıp; ciddi reformları,
hukuki ve siyasi düzenlemeleri yapmanın önemini imliyordu. 1936’da Celal Bayar’ın hazırladığı raporda, şunlar ifade edilmekteydi: Doğu illerinde Ağa, Şeyh hâkimiyeti var: “Doğu
illerinde hâkimiyet ve idare bakımından göze çarpan bariz bir hakikat
vardır: Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük
ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri tenkil etmek için
şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark
gözetmeksizin idare etmek de bundan ayrı ve mutedil bir sistemdir.
Gözlemlerime göre, Kürtçe konuşan vatandaşlarımızın hayatında canlılık
vardır; faaliyet vardır. Bu husus kendilerinde ve çocuklarında dikkat
çekmektedir. Esasen söz etmek istediğim canlılığın en kat’i bir delili
de buldukları boş ve bereketli yerlere derhal hiçbir taraftan destek
görmeden yerleşmiş ve işe başlamış olmalarıdır. Hariçten sokulmaya
çalışılan politikanın bozguncu akımlarını kırmak ve bu yurttaşları ana
vatana bağlamak için devamlı çalışmak ister. Kendilerine, yabancı bir
unsur oldukları resmi ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için
elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret olabilir…” “doğu
illeri, bizim rejimimize gelinceye kadar kesin bir tarzda
hâkimiyetimizin altına girmemiştir. Geçmiş hükümetler, halk üzerindeki
hâkimiyetlerini ağalar ve şeyhler vasıtasıyla yürütmek istemişlerdir.
Ağalar ve şeyhler vasıtasıyla yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhler
soyduklarının bir kısmını hükümet erkânına vermek suretiyle müşterek
‘nemelazımcı’ idare devri yaşanmıştır…” “şark vilayetlerinde toprak
tevzi etmenin (toprak düzenini değiştirmenin), halkı toprak sahibi
kılmanın ehemmiyeti aşikârdır. Gayemiz bunları sadece toprak sahibi
yapmakla iktifa etmek de değildir. Mümkün olduğu kadar kredi
vasıtalarını, üretim imkânlarını da aynı zamanda vermek lazımdır.
Ürünlerin satışlarını da temin etmek icap eder. Bu suretle hükümet,
ağalarının yerini alır ve bu tarz hareket, halkla hükümeti birbirine
bağlar. Vaktiyle yapılmış olan arazi düzenlemesinin bir kısmında bazı
yolsuzluklar olduğu iddia ediliyor. Diyarbakır’da gelirken bir köy
halkıyla görüştüm. Bir kısmına 150 dönüm arazi verilmiştir, bir kısmı
mahrum bırakılmıştır. Farklı muamele yapıldığı anlaşılıyor. Köylüyü
toprak sahibi yapmak, köylüyü hükümete bağlayacak çok etkili bir
tedbirdir. Bu tedbirin tam semere vermesi için de ikinci şart vardır. O
da muhitteki nüfuz sahibi mütegalibenin aileleri ile birlikte iç vatana
nakil edilmesi keyfiyetidir. Bu hareket devlet nüfuzu ve kuvvetini
göstermekle beraber, halkın baskıcı zorbadan doğrudan doğruya
kurtarılması yardım etmektedir. Bu yüzden de bölgede memnuniyet
yaratmaktadır.[21]”
Bayar'ın raporu,
köylünün/işçinin, toprak gereksinimini ve tarımsal üretimde bağımsız
olmasının, önemli ipuçlarını içeriyordu. 1938’de nüfus mübadelesinde,
topraklar şu biçimde çiftçilere dağıtılmıştı: Osmanlı vatandaşlarının
mübadele anlaşmaları (Türkiye – Yunanistan) ile vatandaşlığa kabul
edilen veya başka göç anlaşmalarıyla ülkeye gelen nüfusun iskânı
sırasında 6.787.234 dönüm tarla, 157.422 dönüm (b hükümlerine göre) bu
tarihten Mayıs 1938 tarihine kadar yine göçmen ve mültecilerle topraksız
kişilere 88696 kişiye 2.299.823 dönüm tarla toprağı dağıtılmıştır. 1934
yılına kadar yapılan toprak dağıtımlarında çiftçilere dağıtılan 731.234
dönüm toprakla 1938 yılına kadar dağıtılan 2.999.823 dönüm toprak,
devletin tamamen kendisine ait meradan ayırıp dağıttı topraktır. Böylece
hayvancılığın zararına olan meraların tarım toprağı haline gelmesi
dönemi de başlamıştır.[22]”
Tarım Arazilerinde İyileştirme Çabaları
Türkiye’de, ilerleyen
dönemlerde, özellikle Demokrat Parti iktidarıyla birlikte: toprak
ağaları, köylüyü ciddi biçimde sıkıştırmış ve köylüyü yapay korkularla
kendi satıhlarında tutmuşlardır. “Türkiye’de köylünün korkuları üzerine
oynanan şu iki slogan etkili olmuştur: başka partileri “dinsizlik”le suçlamak, “din elden gidiyor”
teması; ikincisi, gerçekten de tek yaşam güvenceleri olarak gördükleri
–ne kadar küçük ya da ipotekli filan olursa olsun- toprak sahibi olmayı
sürdüreceklerinin, topraklarının ellerinden alınmayacağı garantisinin
kendileri olduğu; aksi takdirde “solcuların” bu topraklara el koyacağı
çünkü onların özel mülkiyete düşman olduğu yolundaki propaganda…
Özellikle kendi yağıyla kavrulmaya çalışan küçük ve orta boy köylü hemen
hemen her zaman oltanın ucundaki “din” ve “toprak” yemini yutmuştur.[23]” Sadece doğuda değil, batıda da feodal ilişkiler gelişmiş ve “Batı
Anadolu tarımında kapitalizmin gelişme süreci, Karaosmanoğluları gibi
uçsuz bucaksız topraklara sahip ailelerin topraklarını ortakçılık veya
yarıcılıkla işleyen veya kendi küçük tarlalarında çalışan mülk sahibi
köylülerin topraklarından atılma ve mülksüzleştirilme süreci[24]” olarak belirlenebilirdi.
Verimli toprak alanlarının,
aşiret/ağa yağmasıyla elde tutularak; köylüyü tarımsal araçlardan ve
toprak bütünlüğünden uzaklaştırdığı gibi, verimli tarımsal araziler
sanayiye, kentsel alanlara, betonlaşmaya, kısaca ranta dönüştürülmesinde
bilinçli birçok uygulama yapılmıştır. 2005 yılına gelinceye dek birçok
yasal düzenlemeye konu olan tarım toprakları.. Kentsel gelişme için
gereksinme duyulan alanların karşılandığı topraklardır… Kamu
yatırımları, özel sektör sanayi yatırımları (organize sanayi bölgeleri,
küçük sanayi siteleri), eğitim yatırımları (özel, kamu) turizmi teşvik
yatırımlarında, doğal afetlerden sonra yerleşme, gecekondu yapımı ve
kentsel dönüşüm projelerinin uygulanması amacıyla tarım toprakları
kullanılmaktadır. Bu uygulamalarla bir yandan devlet mülkiyetinde olan
verimli tarım toprakları özel mülkiyet konusu yapılmakta, diğer yandan
verimli tarım toprakları özel mülkiyet konusu yapılmakta, diğer yandan
verimli tarım topraklarının nitelikleri değiştirilerek yerleşmeye
açılmaktadır: ister özel mülkiyette, ister devlet mülkiyetinde olsun,
tarım topraklarının korunması ve bu toprakların tarımsal amaçlar dışında
kullanılmasının önlenmesi görevi, 1982 Anayasası’nın 45. maddesi
uyarınca devlete verilmiştir. Dolayısıyla tarım topraklarıyla ilgili
rant oluşumu ve bölüşümü sürecinin iki boyutu bulunmaktadır: ilki,
devlet mülkiyetinde olan tarım topraklarının satılması sürecinde ortaya
çıkan rant oluşumu ve bölüşümü süreci, ikincisi, devletin mülkiyetinde
veya özel mülkiyette bulunan tarım topraklarının niteliklerinin
değiştirilerek, tarımsal amaç dışında kullanılmasıyla ortaya çıkan rant
oluşumu ve bölüşümü sürecidir… 1960’lı yıllarda yılda ortalama 25 bin
hektar tarım toprağının yitmekte olduğu, 1960 – 1985 yılları arasında
yılda yaklaşık 10 bin hektarlık tarım toprağının kentsel toprağa
dönüştüğü, 1969 yılından itibaren İstanbul çevresinde 25006 dekar
arazinin yerleşim yerine dönüştüğü, Çukurova’da sanayin işgal ettiği
toprak büyüklüğünün 691 dekardan, 1975 yılında 11.121 dekara ulaştığı,
yine aynı bölgede hava alanlarına 16 bin dekar tarım toprağı ayrıldığı,
konut için 47 ilde 120 bin hektarlık toprak verildiği, sanayi siteleri
ve organize sanayi bölgeleri için ayrılan toprakların %62’sinin tarım
toprağı olduğu, Batı Trakya’da tarıma elverişli olmayan 130 bin
hektarlık toprak yerine 26 bin hektarlık verimli tarım toprağının yol
yapım amacıyla kullanıldığı ortaya çıkmıştır… Toprakların tarıma
açılmasıyla, önce mera’lar verimli tarım toprağı haline getirilmiş ve bu
durum tarım topraklarının oranını arttırmış; bu eğilim 1980’lere kadar
sürmüştür. Ancak 1980’lerden sonra bu oran tarım topraklarının tarım
dışı amaçlarla kullanılmasından dolayı hızla azalmıştır… Sanayi
yatırımları için ihtiyaç duyulan toprağın eski veriler olmakla birlikte
%74,3’ü, turistik alanlar için ihtiyaç duyulan toprağın eski veriler
olmakla birlikte %69,5’i ve yerleşim yeri için ihtiyaç duyulan toprağın
726.441 hektarlık kısmı tarım topraklarından karşılanmıştır[25].
Tarım arazilerinin, verimli toprak
sınırlarının; keyfi biçimde, ülkenin tarımsal üretimi ve zenginliği
düşünülmeksizin, farklı amaçlar için ranta dönüştürülmesi, başat olarak
Demokrat Parti döneminin toprak ağaları/aşiretleri yanlısı tutum ve
siyasasından kaynaklanıyordu. “Cumhuriyet tarihi, sınıf mücadelesinin
ama daha çok da hâkim sınıflar içi mücadelenin tarihi. Cumhuriyetin
kuruluşundan çok partili hayata geçişe kadar, tepede sivil asker üst
bürokrasi vardı ve modernleşme sürecinde çabaları, pre-kapitalist (çoğu
Kürt) toprak ağaları, tefeciler, gayri Müslim tüccar sınıfın üstünde
hâkimiyet kurmaktı. 1950’lerin DP’si, büyük toprak sahiplerinin,
palazlanan ve yabancı sermayeyle halvet olup sanayiye yönelen
burjuvazinin iktidarıydı.[26]”
Demokrat Parti dönemi, Kemalist devrimin hedeflediği toprak reformu ve
tarım reformu amaçlarıyla sona eren bir dönemdi. Genel olarak amaç; “Atatürk
döneminde çözülme ve dağılmayla karşı karşıya olan ağalık (şeyhlik) ve
aşiretçi sisteme 1945’ten sonra işlerlik kazandırılmıştır. Bunun
nedenleri: Oy kaygısı, politikacılar için tek tek köylere, kasabalara
gidip hakla konuşup oylarını elde etme yerine, kasabalara ve köylere
hükmeden, onlara sözü geçen aşiret reislerini elde etmek, onları devreye
sokmak daha kazançlı ve kolay bir yol olmuştur. Birincisine bağlı
olarak gelişen ortamda, halkı temsil edecek yerel kişilerin, politik
güçleri yanında ekonomik güçleri de ellerinde tutan bu kişilerden
seçilmesinin avantajlarının kullanılması şeklinde açıklanabilir.[27]” 1942 yılında İnönü‘nün buyruğuyla, toprak reformu konusunda çeşitli yayınları bulunan tarım hocası Şevket Raşit Hatiboğlu‘nun tarım bakanlığına atanması üzerine yeniden gündeme gelebilmiştir. Kamuoyunda “Köylüyü Topraklandırma Yasası” diye bilinen, Hatiboğlu‘nun
hazırladığı yasa tasarısı da, ancak 1945 yılı başlarında Meclis
gündemine girebilmiştir. Tasarının gelmesiyle birlikte de, Meclis’te
gerçekten kıyametler kopmuştur. Daha sonra da, çoğunluğu büyük toprak
ağası milletvekillerinden 32 kişilik bir karma komisyona gönderilmiş ve 3
ay süren tartışmaların ardından bayağı kuşa döndürüldükten sonra
Meclis’e dönmüştür. Bu yasaya karşı en sert tepkiyi gösteren büyük
toprak ağalarından biri olan Adnan Menderes, aynı zamanda da bu karma
komisyonun raportörüdür. Nitekim tasarı Meclis’te görüşülürken,
İnönü’nün Hükümet önerisinde diretmesi üzerine, önce bu raportörlükten
istifa etmiş, sonra da yasa aleyhine çok sert ve kışkırtıcı bir konuşma
yapıp, CHP’den ayrılmıştır. Yani, Demokrat Parti’nin kurulmasına neden
olan gerekçelerden birisi de budur. Bu tasarının yasalaşmasından sonraki
bir başka ilginç gelişme de, Şevket Raşit Hatiboğlu‘nun, hemen bir iki ay sonra bakanlıktan alınıp, tasarıya şiddetle karşı çıkan büyük toprak ağalarından bir ikincisi olan Cavit Oral ağanın getirilmesidir. Yani, böylece yasa, Meclis’te geçtiği şekliyle de uygulanmamıştır. Hemen rafa kaldırılmıştır.[28]”
Karşı Devrimci Kürt İsyanlarının Niteliği: Yabancı Misyonluk!
“Mezopotamya’da insan yerleşmelerinin
başladığı M.Ö. 11 binden bu yana geçen sürede topluluklar, sosyal
çevresel olayların getirdiği tehlikelere karşı ortak yaşamı benimsemek
zorunda kaldı. Fırat ve Dicle Nehirleri arasını mekân tutan toplu yaşam
biçimi, bir süre sonra sülale ve aşiret yapılanmasına dönüştü.
Derebeyleri belki bu şekilde ortaya çıkarıldı. Sorunlara karşı güç
birliğini de temel alan koloni örgütlenmesi aynı zamanda zayıf gruplara
karşı baskı ve şiddeti benimsedi. Ağalık ve derebeyliğin yönlendirdiği
bu şiddet, zamanla tepki yarattı ve karşı şiddeti de doğurdu. Her şiddet
yeni kolonileri, her koloni yeni ağaları ortaya çıkardı. Kana dayalı
ilkellik, aşiret yaşamının kangrenleşmiş yarasına dönüştü. Kabuk
tutmayan bu yara belki de yüzlerce yıldır on binlerce cana mal oldu.[29]”
Tarihsel süreç içinde; derebeylikler, koloniler, aşiretler birbirini
boğazlayan ve kan üzerine kurulu feodallikler, devrimci siyasalara karşı
da mücadele edip, başkaldırmıştı. Böylelikle aşiretler, kan ve ranta
dayalı ilişkilerle, emperyalizmin amaçlarının buluştuğu noktada,
Türkiye’de Cumhuriyet devrimine karşı başta İngilizler olmak üzere tüm
batı ülkeleri, Kürt ağa ve beyliklerini kullanmış ve kışkırtmıştı.
Aşiretlerin ve beyliklerin,
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde; devrim karşıtı isyanlarını ve isyanlar
içinde oynadıkları rolleri aktarmak; aşiretlerin kendi iç birliklerinden
doğan nüfuzlarını ve bu nüfuzları üzerinden Anadolu’yu işgal etmek
isteyen batı ittifakına yardımlarını saptamak açısından önemlidir.
Kürdistan Teali Cemiyeti’nden
önce 19 Eylül 1908’de Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kuruldu. İstanbul
Vezneciler’deki bu cemiyet; Kürtlerin üç ünlü derebeyi ailesinin
temsilcilerinin.., Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir, Bedirhanlılardan Mehmet Emin Ali Bedirhan, Baban ailesinden Babanzade Ahmet Naim Bey’di… Dernek, 9 Kasım 1908’de İstanbul’da “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” adıyla bir gazete çıkardı. Dikkat çeken makalelerin yazarları Said-i Kurdi (Bedizzaman Said-i Nursi), İsmail Hakkı Babanzade gibi kimselerdi.[30]
Kürdistan Teali Cemiyeti kurucuları arasında: “Bedirhan, Şemdinan ve Baban aşiret aileleri, Diyarbakırlı Cemil Paşa Alesi kuvvetli biçimde yer alıyorlardı. Ayrıca Mevlanzade Rıfat, Ahmet Hamdi Paşa, Arvasizade Mehmet Şefik, Said Nursi, Said Molla, Yusuf Ziya Koçoğlu, Mehmet Şükrü Sekban, Emekli Ferik Fuat Paşa, Emekli Ferik Ahmet Hamdi Paşa. Derneğin 4. maddesi: “…Kürdistan’ın
maddeten ve manen gelişmesine ve yükselmesine ve Kürt kavminin İslam
fikri ve ruhuna göre yetiştirilmesine çalışmak..” 19. maddesi: “Cemiyetin, Kürtlerin yaşadığı her vilayet, liva, kaza, önemli nahiye merkezlerinde birer şube kurulacaktır.[31]”
İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyeleri arasında: “asıl görevi casusluk olan İngiliz rahip Robert Frew, Kamil Paşazade Şevket Bey, Sait Molla, Mustafa Sabri Efendi, Dahiliye Nazırı, gazeteci Ali Kemal, Şair Rıza Tevfik, Sultan Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit Paşa, Gümülcineli İsmail..” Kemal Atatürk
cemiyet hakkında Nutuk’ta şunları söylemektedir: “Bu derneğe girenlerin
başında Osmanlı Padişahı ve Halife-i Rûy-i Zemîn ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nazırı olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu. Dernekte Rahip Frew (Fru)
gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de vardı. Yapılan
işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin
başkanı Rahip Frew’di. Bu derneğin iki yöne ve iki ayrı niteliği
vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himayesini
sağlama amacına yönelmiş olan niteliğiydi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl
faaliyet bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve
ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini
kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu
tarafından idare edilmekteydi. Sait Molla’nın derneğin açıktan yaptığı çalışmalarında olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı görülecektir.[32]”
Azadi’nin kuruluşu 1923 gibi gösterilmekle birlikte; Garo Sasuni; örgütün çekirdeğinin 1920 Kasım’ında oluşturulduğunu belirtiyor. Azadi Cemiyeti’nin lider kadrosu Cibranlı Albay Halit Bey, Yüzbaşı İhsan Nuri, Bitlis Eski milletvekili Yusuf Ziya, Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir, Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ekrem Bey ve Kör Hüseyin Paşa gibi kişilerden oluşuyordu… Şeyh Said isyanı başladıktan sonra Taşnakların yayınladığı Troşak Dergisi’nde 1925 yılı Aralık sayısında: “Komite,
aşiret reisleri, ulemalar ve şeyhlerle irtibat temin etmekle kalmayıp,
özellikle Türk okullarındaki Kürt öğrencilerle, Türk ordusundaki Kürt
subaylar ve devlet dairesindeki Kürt memurlarla da ilişkileri kurdu.”
1925 yılında ilk kongresini yapan bu cemiyet, Doğu Anadolu’da bütün
aşiretlerin katılacağı bir isyan başlatmak ve bunu takiben Kürdistan’ın
bağımsızlığını ilan etme kararı almıştı[33].
Kürtlerle Ermenilerin, ortak düşman
saydıkları Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı birlikte kurdukları başka bir
yapılanma Hoybun Cemiyeti’dir. 5 Ekim 1927 tarihinde Lübnan’ın Bihamdun
kasabasında geniş çaplı bir kongre yapılarak Hoybun Cemiyeti
kurulmuştur. Kongrede, Hoybun Cemiyeti’nin amacı “Türk Kürdistan’ın bağımsılığı olarak” tespit edilmiş… Hoybun Cemiyeti Başkanı Celadet Ali Bedirhan’la Taşnakların Cemiyet nezdinde temsilcisi olan Vahan Papazyan
arasında Türkiye’ye karşı Halep’te yapılan bu ittifakın Dâhiliye
Vekâletinin Başvekâlete yazdığı cemiyet faaliyetleriyle ilgili
18.07.1929 tarihli gizli rapora göre maddelerden birinde: “Dersim,
ruhu meselesidir. Kürt harekâtına istinat noktası teşkil eder.
Haydaranlı, Bahtiyarlı, Lolanlı, Balabanlı, Karakiyhili, Arelli ve
Çarıklı aşiretlerinin tamamen elde edilmesi lazım geldiğinden bu hususu
Hoybun Cemiyeti deruhte eder. Bu durum müştereken tespit edilerek karar
altına alınmıştır[34]. Hoybuncu Celadet Ali Bedirhan’ın Mustafa Kemal Paşa’ya Paris’ten yazdığı, meydan okuma niteliğindeki mektup şöyleydi: “Yeni
Türkiye yükselme ve ilerleme yolunda dev adımlarla yürürken her şeyi,
bilhassa İslamiyet’in uhrevi ve dünyevi bir dinin bütün abidelerini
yıkıyor, eserlerini ve basılmış kitaplarını yakıyor, çeşitli ırk ve
unsurlar arasında adeta milli bir birlik vücuda getiren ve İslam dininin
feyizli kaynağından doğan bir siyasi kuralları, yerine hiçbir şey
koymaksınız ortadan kaldırıyor; kökleriyle beraber söküyor ve
mahvediyordu. Öyle bir sökme işi ki devirdiği her sütunun temeli
edebiyen boş kalmaya ada bir kötülük çukuru, geçmişe ağlayan bir matem
türbesi. Türkiye modernize ediliyordu. Evet, Türkiye’nin tarihini,
geleneklerini, ahlakını 24 saat öncesine gelinceye kadar yaşayan bütün
kurumlarını bir darbede yıkan, kemikleri henüz mezarlarda çürümemiş
dünkü babalar hakkını inkâr eden bir modernizasyon.[35]” İran Kürdistan Demokratik Partisi başkanlığı yapan Abdurrahman Ghasseumlou: “..1927’de
tüm Kürt milliyetçi kuruluşların birleşimi olarak Hoybun Partisi
kuruldu. Bu temsilciler, Feodaller, toprak ağalarıyla entellüktüellerden
oluşuyordu.” Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti’nin Avrupa
Temsilcisi sıfatıyla Paris’te bir büro açarak Avrupa’daki faaliyetleri
yürütmektedir.. Hoybun Cemiyeti’nin 1927’de Kürdistan’ın bağımsızlığını
Sevr’de belirtildiği şekliyle ilan ettiğini belirten Bedirhan, “İran,
Ermenistan, Irak ve Suriye’ye dostluk duygularını dile getirirken
Türklere karşı savaşa devam edeceklerini vurgulamaktaydı… 1928 yılında
Dersim bölgesinde bir isyan çıkarmak konusunda mutabakata varılmıştı.[36]”
Amiral Mark Lambert Bristol’ün ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 20 Şubat 1922 tarihli yazı: “Normal
koşullarda bile Kürtler, daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi
Kürdistan’ın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı entirakalar
kuşkusuz başladığı için ciddi sorunlar çıkabilir. İngilizler, her halde
Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtler’i Türkler’e karşı
kullanmak isteyeceklerdir. Türkler de Kuzey Mezopotamya’yı ele geçirmek
için aynı şeyi yapacaktır. Kürdistan’ı özel bir etki bölgesi sayan
Fransızlar da Türk – İngiliz sürtüşmesinden çıkar sağlamakta bir an
duraksamayacaklardır.” Bristol’ün bu yazısının ekindeki askeri ataşenin raporunda: “…İngilizlerin
İstanbul’daki iki Kürt Derneğini (Teali) ve (Teşkilatı), Musul ve
Mardin bölgesindeki bazı küçük Kürt reislerini satın almaları biçiminde
sınırlı olmuştur. İngilizlerin yardımıyla, Mustafa Paşa, Mevlanazade
Rıfat Bey ve başkaları geçen yaz Kürdistan’a gönderilmiştir. Mustafa
Paşa, İngiliz mandası altında Kürt bağımsızlığı istediğini bildiren bir
broşür yayınlanmıştır… Kürdistan Teali Cemiyeti, Alişan Bey’i Dersim’e
göndererek örgütün burada da kurulmasını istiyordu. Alişan Bey, Baytar
Nuri’yle birlikte Dersim’de örgütü kurdu. Aynı günlerde Baytar Nuri de
Zara, Divriği, Kangal ve Hafik ilçeleriyle İmraniye, Beypınar, Celali,
Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında Kürt Teali Cemiyeti’ni
kurmaktaydı. Mustafa Kemal, bu örgütlenmeleri haber alınca, Sivas Valisi
Reşit Paşa aracılığıyla Baytar Nuri ve Alişan’la görüşmek istedi.
Görüşmeye Baytar Nuri gitmedi. Mustafa Kemal, Alişan Bey’le görüştü.
Mustafa Kemal, Alişan Bey’e İngilizlerin desteklediği Bedirhaniler ve
Cemilpaşazade Ekrem’in Vali Ali Galip’le Sivas kongresi’ni basmayı
planladıklarını anlattı. Seyit Abdülkadir’den yakındı. Erzurum
Kongresi’nde alınan kararların Kürtler’i de kapsadığını söyledi. Alişan
Bey, bu konuşmadan sonra Sivas’tan milletvekili olmayı kabul etmişti.
Ancak, sonradan Baytar Nuri’yle konuşup bu öneriyi reddetti. Baytar Nuri
de kendisine Alişan Bey aracılığıyla yapılan milletvekilliği önerisini
kabul etmedi. Baytar Nuri, Kürt devleti peşindeydi… Baytar Nuri 1921
yılı başlarında Kangal ilçesinin Yelice nahiyesinin Hüseyin Abdal
tekkesinde bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya, Cangaben ve Kurmeşan
aşiretleri başta olmak üzere Kürt aşiret reisleri katıldırlar.
Toplantıda, Sevr anlaşmasının uygulanması ve Diyarbakır, Van, Bitlis,
Elazığ, Dersim ve Koçkiri’yi içine alan bağımsız bir Kürt devleti
kurulması kararlaştırıldı… Mısto komutasındaki Kürt birlikleri Zara’nın
Çulfa Ali Karakoluna saldırdılar. Bu saldırıyı Refahiye’de, Şadan
Aşireti Reisi Paşo’nun saldırısı izledi…Sivas yöresinde Zalim Çavuş diye
anılan Şadan Aşireti’nden Hüseyin Ağa da Zara’da saldırıya geçti…
Koçgiri aşireti yanında Pezgavır, Maksuden, Aslanan, Kurmeşan, Perçikan,
Cenbergan ve Ginyan aşiretleri de ayaklanmanın ön saflarında yer
alıyordu. Kürt aşiretleri Ankara Hükümeti’nden: İstanbul hükümetince
kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp
tanınmayacağının açıklanması, Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa
Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi, Elazığü Malatya, Sivas ve
Erzincan cezaevlerindeki Kürtler’in hemen salıverilmesi, Kürt çoğunluğu
bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi, Koçkiri yöresine
gönderilen birliklerin geri alınması. Batı Dersim Aşiret Resileri adına
TBMM’ye 25 Kasım 1920 günü şu başvuruda bulundular: ‘Sevr anlaşması
gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir
Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu
hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.[37]” “Amiral Calthorpe’dan,
İstanbul/ 1430 sayılı telgrafım, Bağdat temsilcisinin 5353 sayı ve 12
Mayıs tarihli telgrafı ve sizin 77676 sayı ve 29 Mayıs tarihli
telgraflarınıza ilişkin olarak; toprakları doğuda olan Abdülkadir,
Kürdistan’ın en tanınmış ve saygın ailesi Bedirhanlar, bunların her
ikisi de feodal sistemi temsil etmektedirler. Bunlar Türk bürokrasisinde
önemli mevkileri ellerinde tutmaktadırlar.[38]”
Bedirhan Bey Bağımsız Kürt Devleti planları yapmaya başlamıştır.
1898’de ilk Kürtçe gazeteyi çıkarmışlardı. Kürt devletinin kurulması
için İngilizlerle bütün diplomatik ilişkileri kurarak Kürdistan Teâli
Cemiyeti’ni kurmuşlardı[39].
Bedirhan aşiretinin önde gelenleri Milli Mücadele’ye ve Misakı Milli’ye
karşıydılar. Milli Mücadele’ye karşı Kürt cemiyetleri, dergiler,
gazeteler, örgütler kurdular.[40]
Bedirhanlılar İngiliz mandasında bir Kürt devletinin kurulması için
mücadeleye başlamışlardır. Bedirhanlı aşiretiyle sıkı ilişkiler kurmuş
olan İngiliz Binbaşısı Noel, Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi, Elazığ Valisi Ali Galip ile ortaklaşa hareket ederek Sivas Kongresini basmayı planlamış ancak emellerinde başarı sağlayamamışlardır.[41] Ermeni Çeteleri İle Rusların Müslümanlara Yaptıkları Soykırımına Dair Osmanlı Belgesinde Bedirhan Aşiretinden, Bedirhan Kamil’in Katliamdaki Rolü: “Rusların
ermeni çeteleriyle birlikte hasankala’dan hudûd-ı asliyyeye
sürüldüklerinde beraberlerinde götürdükleri iki bin islâm ahalisinden
bir kısmını öldürüp bir kısmını ülke içlerine sevk ettikleri, Erzurum’da
dokuz kişiyi idam edip on dört yaşına kadar olan erkek nüfusu meçhul
yerlere gönderdikleri; pekreç nahiyesinde Ermenilerden oluşan bir
mahkemenin üç-dört yüz kişiyi astığı, Aşkale, Tercan, ılıca, tavuskerd
ve Artvin cihetlerinde İslam namına bir şey bırakmadıkları, Van’da
Ermenilerin iki yüz kadar kadın ve çocuğu öldürüp Mahfuran Deresi’nde
sekiz on bin Müslüman’ı katlettikleri, Narman hududunda hot karyesi
ahalisinin mitralyözlerle tamamen imha edildiği, Bitlis’in çukur
nahiyesindeki morh-i süflâ muhacirlerinin çoğunun kılıçtan geçirildiği,
Ergani, cinis, pezentan ve semerşeyh karyelerinin ahalisiyle birlikte
yakıldığı; Kürt Bedirhani Kamil’in şarlatanlığı sebebiyle Bitlis’e yakın
bir yere yerleştirilen pek çok köy ahalisinin açlıktan öldüğü, ağır
hasta çocukların Bitlis Hastahanesi’nde vahşice öldürüldüğü, balekan
karyesinde katledilenlerin cesetlerinin köpeklere yedirildiği, çukur’da
esir edilen kadın ve kızlara tecavüz edilip ihtiyarların yakıldığı,
çocukların süngüyle öldürüldüğü vesaire katliama dair Erzurum, Bitlis ve
mamuretülaziz vilayetlerinden gelen telgraf[42] suretleri.[43]”
Şeyh Sait verdiği bir fetvada: “Kurulduğu
günden beri, Din-i Mübin-i Ahmedi’nin (Kutsal İslam dininin)
temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal’in
arkadaşlarının, Kuran’ın ahkamına aykırı hareket ederek Allah ve
peygamberi inkâr ettikleri ve İslam halifesini sürdükleri için,
gayrimeşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz
olduğunu, cumhuriyetin başında bulunanların ve cumhuriyete tabi
olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Gurre-i Ahmediye’ye (Peygamberin
yüce şeriatına) göre helal olduğu..[44]”
Şeyh Sait: “Artık bu işi
durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin harekâta devam
edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız.
Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan yararlanacağız.
Bugünkü Türk Hükümeti İslamiyet’ten ayrılıyor. İstanbul’da Beyoğlu’nda
bazı İslam kızları şapkayla geziyorlar. Abdullah Cevdet, İçtihad
Dergisi’nde yazdığı bir yazıda, kuşağın düzelmesi için Macaristan’dan
damızlık getirilmesini istiyor.” Lice’den sonra hedef Diyarbakır’dı. Lice’den ayrılan Şeyh Sait
kuvvetleri, Diyarbakır yakınlardaki Ali bardak köyüne kadar
sokulmuşlardı. Yolda, Demirli Köyü’nden İzolli Aşiret Reisi
Bedirağaoğulları da ayaklanmacılara katıldı… Şeyh Sait Ayaklanması’na
karşı çıkan aşiretlerden hükümeti destekleyen telgraflar gelmeye
başladı. Nusaybin’den Heverki Aşireti Reisi Haco’dan, Mardin milletvekilleri Yakup Kadri, Derviş, Abdurrezzak ve Abdülgani Beyler’den gelmişti. Telgraf şöyleydi: ‘Nusaybin
CHP Başkanı Hacıalibeyzade Kaddur Bey’in gösterdiği etkinliklerle maddi
ve manevi yardımlar sonucu olarak nasumlarını çıkarları uğruna satan
asilerin bastırılması için hareket eden fedâkâr asker kardeşlerime
katılmak üzere aşiretimle beraber bugün Diyarbakır kolordu emrine
hareket ettim. Cumhuriyet hükümetinin ezici kuvvetine dayanarak
hainlerle son nefese kadar savaşacağımızı bildiririz. TBMM’ye 10 imzalı
bir başka telgraf da Midyat’tan geldi. Cenbirit Aşireti Reisi Hüseyin,
Hasankeyf Aşireti Reisi Şeyh Ahmet, Keşuri Aşireti Reisi Gercüşlü
Bedrettin, Midyat Belediye Reisi Reşit, Huvergin Aşireti Reisi Çelebi,
Resan Aşireti Reisi Cemil, Mahalmi Aşireti Reisi Halil, Hisar Aşireti
Reisi İsmail, İrnas Aşireti Reisi Salih ve İsmail imzalı telgrafta: “Din
ve vatan düşmanlarımızın kandırdığı bu fesatçıların milletimiz aleyhine
yaptıkları bu uğursuz hareketı bütün ilçe halkı adına suçluyor ve
milletimizle cumhuriyet hükümetinin, sevgili yurdumuzun düşmanlarına
karşı yapılacak her türlü bastırma harekâtına bir bütün olarak mal ve
canımızla katılmaya hazır olduğumuzu bildiririz.” Cizre’den gelen telgraftaysa: “Şeyh
Sait adındaki hainin, yardakçılarıyla Palu ve çevresinde hükümete karşı
ayaklandığını haber aldık. Cumhuriyet hükümetimizin her türlü adaletli
yönetimine karşı yapılan bu saldırıyı nefretle kınıyoruz. Ve bunların
kısa sürede bastırılıp püskürtüleceklerine kuvvetle güveniyoruz. Bu
nedenle her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet hükümetinin
emirlerine bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arz ederiz.”
Telgrafı, Taban Kabilesi Reisi Reşit, Varazisi Kabilesi Reisi Reşit,
Miran Aşireti Reisi Naif, Devriye Kabilesi Reisi Süleyman, Pişri
Kabilesi İbrahim, Alevkan Kabilesi Reisi İbrahim, Mehmet, Musa, Reşan
Kabilesi Reisi İbrahim Haso, Serbitan Kabilesi Reisi Mehmet imzalamıştı[45].
Kıvılcımlı’dan Alınacak Dersler ve AKP’nin Sermayeye Meyli
Hikmet Kıvılcımlı, Ağrı Dağı isyancılarının “gaye”sini: “Gaye:
Şeyh Sait isyanında; isyanın hedefinin herkesin kendince, her sınıf ve
zümrenin kendi menfaatince anladığı müphem bir manası var veya yok idi:
şeriatı kurmak! Hâlbuki bu aynı kelimeden Şeyh Sait’in anladığı, bir
nevi Kürdistan papalığı kurmak; ağaların anladığı bütün Kemalist burjuva
usulleri yerine tam Ortaçağ derebeyliğini geçirmek; şehir
burjuvalarının umduğu, Türk burjuvazisinden bağımsız Kürt burjuvazisinin
Kürdistan halkını rakipsiz sömürü nizamına getirmek; şehir küçük
burjuvaların bekledikleri meşhur olduğu kadar meçhul olan adalet; bütün
mülksüzler ve fakir köylülüğün peşinde koştuğu ilahi bir refaha kavuşmak
ve ilh. İdi. İsyan bir muzdu, onu yiyenin niyetine göre koku veriyordu.
Ağrı isyanı öyle olmadı. Onda muhalif Kürt ağalığıyla muhalif Kürt
burjuvazisi kendi sınıfsal ve kombinezonlaştırılmış hedeflerini her şeye
hâkim tutmayı bilerek, bu hedeflere elle tutulur şekiller bile
vermişlerdi.[46]” TKP’nin yer altı organı Kızıl İstanbul da Ağrı İsyanına ilişkin bakışını şöyle saptamıştı: “derebeylerin
ve büyük arazi sahiplerinin zulüm ve istismarına nihayet vermek ve
ellerindeki toprakları ve vesait-i istihsal iyeyi müsadere ederek fakir
ve topraksız köylüye bilbedel dağıtmalıdır.”
Her dönemin burjuvazisi bulunmaktaydı. Doktor Kıvılcımlı’nın
saptamaları; feodalliğin reelliğini hedefleyen bir ayaklanmayı
imlemekteydi. Türkiye’nin son dönemi olan AKP iktidarıyla birlikte,
Güneydoğu’da yeni bir burjuvazi inşa edilmekte ve bu muhafazakârlık,
batı kapitalizmine eklemlenmiş ve geleneksel dini hassasiyetleri
kullanmaktaydı. Bilindik isyanlarda kullanılan araçlar; sivil toplumun
yeni liberal çizgideki yapısıyla örülmekteydi. AKP de bunu kullanarak,
bölgesel hâkimiyeti yine aşiret nüfuz ve gücü üzerinden elde etmeye
çalışmaktaydı. AKP “laiklik karşıtı eylemlerin odağı”
olduğunu açıklanmasından sonra, 2008 yılında Güneydoğu Anadolu
Projesi’ni (GAP) tekrar iştahla gündeme getirmişti. TUSKON, ASKON,
MÜSİAD gibi yeşil sermayeyle birlikte AKP’li milletvekilleri
Güneydoğu’ya hep birlikte ziyaretler yapmışlar, Çin sermayesinden, Arap
sermayesine, Avrupa merkezli şirketlerden Amerikan çok uluslu
şirketlerine kadar tüm neo-kapitalist aktörleri pastadan yararlanmaya
davet etmekteydiler. Yerel seçimlere 6 – 7 ay kala bu ziyaretler, AKP’yi
yerel seçimler için çalışmaya başladı kanısının dillendirilmesine neden
olmuştu. Eş zamanlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı; Said-i Kürdi‘ye
atıflar yapmış ve Kuran Kurslarının yeni medreseler olarak,
Güneydoğu’da işlev kazanacağını ifade etmiştir. Öyle ki Diyarbakır’da
düzenlenen “Kuranlı, imamlı, Öcalan posterli miting, Kürt siyasal
hareketinin, İslami ritüel, kurum ve unsurlara, Hizbullah, AKP ve
Fethullahçılığın son iki yıldır Güneydoğu’da artan faaliyetleri
nedeniyle göz yummak zorunda kaldığını gösteriyor[47]”du. Muhittin Eryılmaz
adlı emekli bir imam, Diyarbakır’daki mitingde gövde gösterisi yapmış
ve AKP’nin din merkezli stratejisinin yeni unsurlarından biri olarak
tarihteki yerini almıştı. GAP’sa, “Büyük Ortadoğu Projesi‘nin
önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi. Batı
emperyalizmi, GAP’ın önünü kesti. İşleri piyasaya havale ettirdi. Şimdi
BOP’u uygulamaya[48]”
çalışmaktaydı. GAP’ı engelleyen batı emperyalist kapitalist sistemi,
AKP’nin ansızın devreye soktuğu GAP açılımının, aynı batı merkezli
iradenin izini ve direktifinden bağımsız bir karar olarak değerlendirmek[49] olanaklı değildi. Sonuçta Türkiye’nin amacı oldukça belirgin bir biçimde açığa çıkıyordu: “Kuzey
Irak’la siyasi ve iktisadi ilişkiler karşılığında Barzani’yi Ankara
tarafına çekmek. İkinci adımıysa, Türkiye’de AKP eliyle, özellikle
bölgede dinci hareketi körükleyerek Kürt kitlelerinde mevcut olan dine
bağlılığı bir politik kaldıraç olarak kullanarak bölgeyi kendi
yörüngesine sokmak[50].”
[1]Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları, 2. Baskı, Ocak – 2009, s. 14
[2]Ziya
Gökalp, İçtimaiyat: Köy ve Şehir, Küçük Mecmua, Sayı: 33, Diyarbakır,
çeviri yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Küçük Mecmua III, Yeniden Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i hukuk Yayınları, Şubat 2012, s. 178
[3]İsenbike
Arıcanlı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yörük ve Aşiret Ayrımı, Boğaziçi
Üniversitesi Dergisi, Beşeri Bilimler, Vol. 7 – 1979, Ayrı baskı –
Reprint – Nu: 1047, Ss. 27 – 33
[4] Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran – 1992, İstanbul, Ss. 179 – 180.
[5]Ahmet Özer, Modernleşme ve Güneydoğu, İmge Yayınları, 1. Baskı, Mart 1998, Ankara, Ss. 145 – 147
[6]Cemal Avcı, İzmir Suikasti (Bir Sukiastin Perde Arkası), IQ Yayınları, Şubat – 2007, İstanbul, Ss. 54 – 55.
[7]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008, s.41
[8]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, s. 35
[9]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008, s. 91
[10]Ahmet
Şerif, Anadolu’da Tanin, İstanbul, 1977, aktaran, Feroz Ahmad, Modern
Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008, Ss. 56 –
57
[11]Nuray
Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan
Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Eylül – 2009, Ankara, Ss. 258 – 260
[12]Feroz Ahmad, a.g.e, Ss. 93 – 94
[13]Atakan Telatar, Türkiye’de Toprak Reformu, Nasıl, Sayı: 3, 2008, s. 118
[14]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, Ss. 60 – 62.
[15]Belma Akçura, Devletin Kürt Filmi 1925 – 2007 Kürt Raporları, Ayraç Yayınları, 1. Baskı, Nisan – 2008, s. 46
[16]Ziya
Gökalp, Türklerle Kürtler, Küçük Mecmua, Sayı:1, Yıl:1, 5 Haziran 338,
Çeviri Yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Yayınları, Nisan – 2009, Ss. 17 – 18
[17]Ziya
Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Toker Yayınları,
Sadeleştiren: Yalçın Toker, 2007 – İstanbul, Ss. 46 – 51
[18]Rıza Zelyut, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, Kripto Yayınları, Nisan – 2010, Ankara, Ss. 213 – 214
[19]Osman Şahin, Özgürlük Hakkında, Aydınlık, 06.05.2011
[20]Yalçın
Kaya, Bozkırdan Doğan Uygarlık Köy Enstitüleri “Antigone’den Mızraklı
İlmihal’e”, Cilt 2, Tiglat Matbaacılık, I. Baskı İstanbul – 2001, s. 179
[21]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, Ss. 63 – 66
[22]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, a.g.e, s. 66
[23]Oya Köymen, Kapitalizm ve Köylülük Ağalar, Üretenler, Patronlar, Yordam Kitap, Kuram/İktisat Tarihi, İstanbul – 2008, s. 12
[24]Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, İstanbul – 2008.
[25]Menaf
Turan, Türkiye’de Kentsel Rant Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan
Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Aralık – 2009, Ankara, Ss. 178 – 179.
[26]Mustafa Sönmez, Sıkıldık Bu Fil Tepişmesinden.., Cumhuriyet, 20.04.2012
[27]Ahmet Özer, a.g.e, s.37
[28]Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran – 1992, İstanbul, Ss. 179 – 180.
[29]Mehmet Faraç, Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok, Dharma Yayınevi, 2. Baskı, Mart – 2006, İstanbul, Ss. 14 – 15.
[30]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 160 – 161
[31]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 132 – 133
[32]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 159 – 160
[33]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 163 – 165
[34]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 166 – 169
[35]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 179 – 180
[36]Rıza Zelyut, a.g.e, Ss. 170 – 171
[37]Uğur
Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması 1919 – 1925, içinde, Koçkiri Ayaklanması,
Umag Vakfı Yayınları, 27. Baskı, Şubat 2008, Ankara, Ss. 21 – 25.
[38] Mim Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E. W. C. Noel’in Kürdistan Misyonu, Boğaziçi yay., İstanbul 1992. s. 69
[39] Martin v. Bruinessen, Agha, Shaikh and State The Social and Political Structures of Kurdistan, Zed Books, London 1992, p. 179
[40] Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II Mütareke Dönemi (1918–1922), s. 186–187
[41] Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları 1, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1995, s. 89
[42] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Hariciye Nezaret, SYS. 2872/2, Belge No: 9-11, 17
[43]Salim Meriç, Kürt Entelektüelleri Bu Meseleyi De Tartışmalı, 01.10.2010, Odatv.com,
38 ve 42 arası dipnotlar Salim Meriç’in yazısı içinde yer almaktadır.
Dikkat çekmesi ve kaynağa sadık kalmak açısından, ayrıca dipnot olarak
gösterilmiştir.
[44]Rıza Zelyut, a.g.e, s 180
[45]Uğur Mumcu, a.g.e, Ss. 59 – 60
[46]Emin Karaca, Ağrı Eteklerinde İsyan Bir Kürt Ayaklanmasının Anatomisi, Karakutu Yayınları, 3. Baskı, Temmuz 2003, s 177
[47]Mehmet Faraç, Marksist İmam Görevde, Cumhuriyet, 0.03.2009
[48]Erol Manisalı, GAP BOP’un Alternatifiydi, Cumhuriyet, 11.01.2008
[49]Nadim Macit, AB’nin Müritleri ve GAP, Yeniçağ, 30.05.2008, s.6
[50]Ertuğrul Kürkçü, AKP Sorunun Çözümünden Değil, Devamından Yana, Hakan Tahmaz’ın Söyleşisi, Birgün, 05.04.2008, s. 6
0 yorum :
Yorum Gönder