17 Ekim 2014 Cuma

Türk tarihi açısından; Kürt beylikleri (aşiretleri), Osmanlı döneminde değer verilen, özerklik tanınan, merkezi iktidara yakın siyasal birikimleriyle birleştirici rol alan çerçevedeydi. Osmanlı kendisine bağımlı ve ‘küçük osmanlı’ yerel iktidarları yaratmış ve Kürt etnik kökeninin aşiretçiliğine, dolu dizgin katkı vermişti. “Osmanlı geleneksel düzeni, Kürt bölgesinde aşiretlere ve aşiretlerin üzerinde birleştirici kurum olarak emirliklere dayanıyordu. Merkezi Osmanlı iktidarına ek yerel birleştirici mekanizmalar bir sorun kaynağı değildi, zira düzen bağlı bölgeleri toplumsal ve ekonomik açılardan türdeş hale getirmek ihtiyacını ve eğilimini taşımıyordu. Kürt toplumunun yapılanması daha birçok yakın ve uzak bölge için olduğu gibi, Osmanlı nezdinde fonksiyonelliğine göre değerlendiriliyordu. Bu anlamda aşiret yapısı aynı zamanda merkezin “aşiretçi siyaseti” ile birlikte düşünülmelidir. Yerel yapı Osmanlı egemenliğiyle barışıktır. Kürt vilayetlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na dâhil edilmelerinden sonraki idari yapıları, imparatorluğun öteki bölgelerinden farklı olmuştur. Çoğu vilayet, merkezden atanmış valiler yerine, kendilerine Osmanlı unvanları verilmiş hâkim Kürt aileleri tarafından gerçekten de neredeyse bağımsız olarak yönetiliyordu. Kürt emirlikleri, yani küçük bölgesel devletler, böylece sağlamlaştırılmış, merkezce tanınan bazı ailelerin öbür aileler üzerindeki iktidarı artırılmıştı. Bu emirliklerin özerkliklerinin boyutları farklıydı. Ve çoğunlukla, emirliklerin teorik olarak bağlı bulundukları bölge valileriyle olan ilişkilerine, mevcut askeri ve ekonomik dengelere göre değişiyordu. Bazı emirlikler daha 17. ve 18. yüzyılda merkezin denetimi altına alınmıştı; ne var ki, merkezi yönetim 18. yüzyıl boyunca güçten düştükçe, bazı Kürt aşiret reisleri de kendilerini Anadolu’daki derebeyleri gibi, birer bağımsız hükümdar konumuna getirdiler.[1]

 
 Aşiret ve Yörük Ayrımı

        Anadolu’da, Türk Yörük kültürüyle, Kürt aşiretleri arasındaki fark, anlaşılması açısından; aşiret kavramıyla, Yörük/oba kavramlarını ayrıştırmak gerekmektedir. Çünkü feodal obada, hal başka türlüdür. Bir kere, bu obanın bir ağası vardır. Ağa kendisini obanın fertleriyle müsavi görmez. Bundan başka, ağa obayı kendisine kul olmasıyla tanır. Yani obanın fertleri, ağanın serfleridir. Bu ağa, daha büyük bir ağaya, o da bir beye tabidir. Görülüyor ki, feodal oba seyyar bir malikâneden ibarettir.

        Demokrat obaya gelince, bu ne bir semiye mahiyetinde, ne de bir malikâne halindedir. Bu Oğuzcuk misali olan bir Türk obası seyyar bir komünden ibarettir. Muhtelif aileler, sırf komşuluk vasıtasıyla beraber yaşarlar. Aralarında akraba olanlar varsa da akraba olmayanlar da vardır. Obanın aksakalı intihapla taayyün eder. Arap obasında şeyhlik soyda büyüğe münhasırken, Türk obasında yolda büyüğe aittir. Yolda büyükse, ya halkın intihabıyla yahut boy beyinin ve il beyinin tayinleriyle meydana gelir. Mamafih, yolda büyük mahiyetinde bulunan bu aksakal feodal bir reise de benzemez. Çünkü aksakal obayı kendisine müekkel edinemez. Diğer fertler, hukukça aksakalın müsavileridir… Türk köyü daha seyyar bir oba halindeyken bile bir komün mahiyetindeydi. Türk köyü oturduktan, yerleştikten sonra zamanla komün mahiyeti daha büyük bir kuvvet kazanmıştır. Türk köylüsünün ruhunda mucizelerle dolu gizli bir hazinenin bulunması bu içtimaî mazhariyetin neticesidir. Komün, küçük bir cumhuriyet demektir. Filhakika, Türk köyleri camisini, mektebini, müşterek çayır ve ormanıyla harman yerlerini kendi kendine idare eden küçük bir cumhuriyet gibidir. Her köyün vakıf parası, avarız akçeleri namıyla hususî bir sandığı, hususî bir bütçesi vardır. Türk köyleri hükümetin hiç haberi olmadan, hiçbir kanuna istinat etmeden, tabıî bir halk teşkilatı suretinde bütün işlerini görmektedir. Arap köyleriyle feodal köyler, ağasız ve beysiz yaşayamazlar. Hâlbuki Türk köylerinin hepsi ağasız ve beysizdir.[2]” 

“Osmanlı devrinde Kızılırmak sınır olmak üzere bunun doğu ve güneyinde bulunan konar-göçer topluluklara Türkmen veya aşiret, Kızılırmağın batısında kalanlara da Yörük dendiği malumdur. Rumeli Yörükleri de bu batı kesimin içine girmiş oluyorlar. Ancak Yörük sözü katiyen ne bir kavim ne de bir ulus (il) veya bir kabilenin adı değildir. Kelimenin yapısının da gösterdiği gibi, bununla sadece şimdi göçebe kelimesiyle anladığımız yaşayış tarzı ifade edilmiş olmalıdır. Böylece de bu tabir kendi yayılma sahası içindeki konargöçer toplulukların umumi adı suretinde bir manaya sahip olmuştur… Doğudaki aşiretler, her biri kabile esasına göre idare edilen, merkezle ilişkileri az topluluklardı ki, Osmanlı devletinin bunlarla ilişkisi, daha çok has reayası olmalarından dolayı has voyvodaları ve ümera-i aşair denilen boy beyleri arasında kalıyordu… Anadolu eyaletinde bulunan perakende Yörük taifeleri küçük ve tam anlamıyla perakende olan topluluklar oldukları gibi, bunların devletle ilişkileri de il veya ulus esasında değil küçük cemaatler esasında olmuştur. Bazı muafiyetler karşılığı, devlet bunlardan iktisaden faydalandığı gibi, siyasi özgürlük vermeden bunların kendine bağlı küçük gruplar halinde yaşamalarını temin etmeye çalışır. Bu durumu da devlet ancak bunların perakende olması ve doğudaki aşiretler gibi boy dayanışmalarını devam ettirmemeleri sayesinde sağlayabilmektedir. 17. yüzyıl sonunda doğudaki aşiretlerden kopup batıya gelenleri iskân etmeye çalışan devletin takip ettiği politika yine bunları parçalayarak küçük gruplar halinde yerleştirmekti… Anadolu Yörüklerinin hem bulundukları bölge itibariyle, hem de köken itibariyle, Selçuklu Uç Bölgesinin varisi olduğu biliniyor. Selçuklu Uç Bölgesini de meydana getiren en aktif topluluğun (yerleşik şehirli kesim hariç) alp veya gazi lakabını taşıyan savaşçılarla, nüfusları hayli kabarık olan konargöçer Uç Türkmenlerinden oluştuğu malumdur… Bu perakende olup olmama aşiret Yörük ayrımının en belirgin özelliği olarak gözükmektedir… İktisaden ve sosyal açıdan birbirlerine dayanan soy veya oymak mensuplarının meydana getirdiği boylarda, bağlılık boya ve boy beyine yöneliktir. Bu bağlar anane yoluyla da kuvvetlendirilmiştir. Bu bakımdan yalnızca soy ve boylara dayanan sülale ve devletlerde boy beylerinin sadakatinin devamı daima önemli bir sorun olmuş ve böyle sülale ve devletler uzun ömürlü olmamıştır. İşte bu bakımdan, konargöçer toplulukların yaşayış tarzını değiştirmeden, boy içindeki bağlılıkları değiştirme çabalarına tarihte daha önce de şahit oluyoruz. Boyları dağıtarak boy beyine ve boya bağlılığı yıkmak, ilişkileri hükümdara şahsen bağlı kişilere yöneltmek, sonradan da bu bağları doğrudan sülale veya devlete yöneltmek sürecini Cengiz ve oğulları devrinde de görebiliriz… Ordu teşkil edilirken, yardımcı olan boyların başında kendi boy beyleri bırakılır, karşı gelen boylarsa, dağıtılarak eski boy bağlarını koparmış ve Cengiz’in şahsına bağlanmış nöker ve noyanların emrine verilirdi. Boylar, tamamen dağıtılmamış, küçük gruplar halinde binlikler içinde mevcut bulunuyorlardı. Bunlara Osmanlı deyimiyle perakende diyebiliriz… Osmanlı tımar sisteminin aşiretlerin bulunduğu yerlerden ziyade perakende Yörüklerin bulundukları bölgelerde gelişmiş olması da dikkate değerdir. Hatta bu uyum içerisinde 16. yüzyılın ortalarına kadar birçok Yörük grubunun kendiliklerinden yerleşik hayata geçtikleri görülmektedir. Bu bölgedeki denge daha çok doğudaki aşiretlerin topraklarını terk ederek Anadolu Eyaleti’nde şekavette bulunmalarıyla bozulmuştur.[3]


Osmanlı’da Padişah Malı Toprak ve Aşiretlerin Osmanlı Düzeni İçinde Yeri

        Kürt aşiretlerinin, kendilerini güçlü kıldığı Osmanlı döneminde; 1858 yılında çıkarılan arazi kanunnamesiyle de toprak mülkiyet eşitsizliğinden, yağmacı bir anlayışla yararlanmıştı. Bu da kuşkusuz, eşitlikçi bir toprak mülkiyet hukukunun olmadığının açık göstergesiydi. Kaldı ki, toprak; Osmanlı devrinde padişahın malı olarak değerlendiriliyordu. Türk halkının köylüleşmesine, zaten ülkedeki toprak hukuku da izin vermemiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda özel toprak mülkiyeti hakkı yoktur. Toprakların tamamı padişahındır. Ve padişah, belirli askeri görevler karşılığında bu toprakların gelirlerini toplama hakkını dağıtmaktadır. Yılda yüz bin akçeden fazla gelir elde edilen topraklara has, yirmi binden yüz bin akçeye kadar gelir getirene zeamet, üç binden yirmi bin akçeye kadar geliri olana da tımar denilmektedir. Savaş hallerinde, bu has, zeamet ve tımar sahipleri, gelirlerine göre, orduya belirli sayıda asker sağlamakla yükümlüdürler. Bu has, zeamet ve tımar sahipleri de, toprakların sürülüp, ekilip biçilmesi hakkını, belirli bir peşin kira ve elde edilecek ürünle oranlı bir vergi (aşar) karşılığında köylülere vermektedirler. Toprakta ne tür tarım yapılacağı, hangi ürünün yetiştirileceği ve benzeri gibi kullanma ilkeleri de kesinlikle devlet tarafından, dolayısıyla sipahiler tarafından saptanmaktadır. Yani, toprağı kullananın, yetiştireceği ürünün türünü belirleme hakkı bile yoktur. Özel toprak mülkiyeti hakkıysa, ilk kez 1858 yılında çıkarılan “Arazi Kanunname-i Hümayun-u”yla tanınmıştır. Bu yasayla, toprakların mülkiyeti, onu sürene, ekip biçene devredilmemiştir hemen. Tam karşıtı, gene has, zeamet, tımar sahibi beyler, paşalar, ağalar, valiler, kadılar filan, bu yasa çıkar çıkmaz hemen korkunç bir toprak yağmasına girişmişlerdir. Örneğin, o yıllarda vali olan bir paşanın, bu yasadan yararlanarak, yönetimindeki tapu memuruna buyurup, arazi sınırları “şimalen cebel-i Toros, cenuben Akdeniz, şarken Ceyhan nehri, garben Tarsus çayı” şeklinde belirlenmiş tapularla, bütün ovaya nasıl sahip olduğu, Çukuroca’da hâlâ anlatılmaktadır…[4]

            Osmanlı toprak sisteminin yozlaşmaya başlamasıyla birlikte, 18. yüzyılda, ayan adı verilen, halk tarafından kendilerine teveccüh gösterilen ve devletle halk arasında yer alan mahalli otoritelerin ortaya çıkışı, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, günümüzdeki toprak ağalığı kurumunu ortaya çıkarmıştır… Yavuz Sultan Selim’in Şiiliğin Anadolu’ya yayılmasını önlemek için 1514 yılında Doğu’ya düzenlediği seferi sırasında kendilerine katılmadıkları gerekçesiyle Alevi aşiretleri cezalandırırken, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır gibi yerlerde oturan ve kendisine karşı isyan etmeyen hatta destekleyen Sünni Kürt Beylerini ve aşiret reislerini memnun etmek için yurtluk, ocaklık adı altında topraklar ve araziler vermiş, yaylaklar ve kışlaklar bağışlamış, sancaklar ve beylikler vererek ödüllendirmiştir… 2. Abdülhamid’in 1891 yılında 36 adet olarak kurduğu Hamidiye Alayları’nın liva (komutan) ve mirlivalarını (kol komutanı) –ki bunlar aynı zamanda aşiret reisleriydi- İstanbul’a çağırarak değişik maksatlarla kendilerine hediyeler verdiği, bu hediyeler arasında araziler, yaylak ve kışlakların da yer aldığı bilinmektedir… İmparatorluk zayıflayınca bu bölgede yaşayan beyler, güç ve prestijlerini kullanarak devletin bazı arazilerini kendi tasarruflarına geçirdiler. Bilahare Cumhuriyet yıllarında bunların çocukları zilliyetlik yoluyla bu arazileri tapularına geçirmiş veya hazine arazilerini tasarruflarında tutarak mülkiyet ilişkilerini kontrol etmiş, ağa veya resmi idaresi olmayan bey haline gelmişlerdir. Bundan büyük yararlar sağlamış olan ağa ve beyler (ki çoğu yerde bu iki unvan aynı kişide toplanır) bu avantajı halka karşı bir ayrıcalık ve bir üstünlük olarak kullana gelmişlerdir[5]… Toprak sisteminde bu denli savruk ve halksız bir siyaset/hukuk güden Osmanlı; ‘padişah malı olan’ toprağı: hediyelik olarak bile kullanmaktaydı. Keyfi ve eşitsiz, hukuksuz uygulamalarla, toprak sahibi yaptığı aşiretler, beyler, ağalar; Cumhuriyet döneminde de, mülkiyet ilişkilerini lehlerine kullanmama yollarını aramışlardır. “Osmanlı hükümeti, doğu illerinde Ermenilere karşı Kürt aşiretlerini kullanmaya başlamıştı. Bu yüzden II. Abdülhamit zamanında Kürt aşiretleri ve beyleri çok nüfuzlu hale geldiler. Bazıları vezirlik ve paşalık rütbelerine kadar yükseldiler. Bu yüksek rütbeli Kürt ileri gelenlerinin çocukları iyi tahsil görmüşler ve batıdaki milliyetçi akımlarla karşılaşmışlardı. Denilebilir ki, Abdülhamit devri ve padişahın böl ve yönet siyaseti Kürt istiklâl hareketinin başlangıcını teşkil etmiştir.[6]

19 yüzyılda, Osmanlı döneminde; “Milletvekili olabilmek için mülk sahibi olma şartının aranması nedeniyle ancak hali vakti yerinde olanlar milletvekili olmaya hak kazanabiliyorlardı. Bu kişilerin çoğu laissezfaire (bırakınız yapsınlarcı) politikalarından ve dünya ekonomisinin imparatorluğu özümlemesinden kârlı çıkmışlardı. Bunlar zayıf ve müdahaleci olmayan bir devleti tercih ediyorlardı.

[7]” Böylelikle de, yerel anlamda otoriteler kurup, merkezi iktidarla aynı çizgiyi koruyan siyasal tutumlarla, çıkarı kapitalist/feodal ilişkiler geliştirmişlerdir. Bu da var olmalarının koşulu olarak ortaya çıkmaktaydı. Dolayısıyla, toprak mülkiyet ilişkileri her daim; yerel aktörlere, feodalizmin toprak üzerindeki ‘belirginliğine’/’belirleyici sahipliğine’ işaret eden yapısıyla, ağalık, beylik unsurlarının tahakkümüne neden olmuştur. Günümüze kadar ki süreçte, toprak sorununu gündemden düşürmeyen, etken Osmanlı’nın keyfi uygulamalarıyla feodalizmi yaşatmasında yatmaktadır.

 Ömer Lütfi Barkan’ın hicri 1257 – 1258 mali yılına dair düzenlediği bir tabloda iç gelirin bölüşümü şöyle saptanmaktadır:
 Vilayetin İsmi
Padişah Hasları
%
Diğer Has ve Tımarlar
%
Evkaf ve Emlak
%
Rumeli Anadolu, Karaman
48
46
6
Zülkadiriye ve Rum
26
56
17
Diyarbekir
31
63
6
Halep ve Şam
48
38
14
            Tablo 1. Osmanlı Has ve Tımarlarında İç Gelir Payları

           Genel gelirler içinde diğer haslar ve tımarlar çok önemli bir yekûn tutmaktadır. Bu gelirler dirlik sahiplerinin elindedir. Bu husussa Osmanlı toplumunda kökleşmiş olan, ağalığın giderek ve güçlenerek sürdüren, ellerindeki dirlik çevresinde kalan devletin diğer arazilerini de kendi dirliğine katıp günümüze kadar ulaşan toprak feodalizminin, yani “Türkiye Cumhuriyeti’nin En önemli sorununun” kökünün ta Osmanlı’daki toprak rejiminin yozlaştırılmasından kaynaklandığı açıkça görünmektedir[8].


1908 Devriminde Toprak Mülkiyet İlişkileri

        İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, ekonomik programı da; geleneksel Osmanlı toprak mülkiyet ilişkilerinin sonucuyla başarısız olmuştur. Öyle ki; ittihatçılar, yerel feodal unsurlarla ilişki kurmak zorunda kalmışlardı. “ittihatçılar, ekonomik devrimi başaramamışlardı. Çünkü birbirini izleyen krizler onları tutucu güçlerle, özellikle Anadolu’daki toprak ağaları ve eşrafla uzlaşmaya zorladı. İmparatorluğu zayıflamaktan ve yıkılmaktan kurtarmak amacıyla iktidara geldiler. Önlerinde siyasal ve toplumsal seçenekler bu nedenle sınırlıydı. Cumhuriyetçi ya da açıktan laik olamadıkları için, ideolojisi İslam’ı temel alan bir anayasal monarşi kurdular. Krizler ve hazinenin iflas etmesi, onları ülke dışından borç almaya ve gelir elde etmek için köylülüğü ezmeye zorladı. Sonuç olarak kırsal kesimi dönüştürmek için gerekli olan reformu gerçekleştiremediler.[9]” ittihatçıların çabalarının sonuçsuzluğu; halkta huzursuzluğa ve hayal kırıklıklarına neden olmuştu. 1908 Devrimi hem şehirlerde hem de kırsal kesimde büyük umutlar yarattı. Ancak, bir yıl sonra, gazeteci Ahmet Şerif, Anadolu’yu gezdiğinde, her yerde umutsuzluk ve kendi hayatlarında hiçbir şeyin değişmediğinden şikâyet eden köylüler gördü. “(Köylünün özlemini çektiği) özgürlük ancak yakın zamanlarda işitmeye başladığımız bir sözcüktü. Ancak işittiklerimizden ve bazı (bildirilen) faaliyetlerden hareketle onun değerli bir şey olduğunu anlıyoruz… Ancak bir her şeyin adalete uygun olacağını düşündük; vergiler adil bir biçimde ve barış içinde toplanacaktı; köydeki katiller ve hırsızlar ıslah edileceklerdi; askere giden çocuklarımız yıllarca aç ve çıplak kalmayacaklar, zamanla terhis edileceklerdi; memurlar akıllarına eseni yapmayacaklardı ve her şey daha iyiye doğru gidecekti. Ancak bütün bunlar olmadı. Geçmişte bazı şeyler daha iyi işliyordu; bugünse her şey tam bir karışıklık içinde… Çeşitli kişiler belirli bir toprak parçasının tapusunu elde tutuyorlar ve bağlı olduğumuz toprağın bize ait olup olmadığını bilmiyoruz. Bu yüzden her gün çatışmalar oluyor ve zaman zaman insanlar ölüyor. Devlet dairesine ve mahkemeye gidiyoruz, ancak derdimizi anlatamıyoruz. İlgilendikleri tek şey vergi toplamak… Yıl boyunca çalışıyor ve her yıl vergimizi ödüyoruz; vergiyi zorla toplamamaları için çanak çömleğimizi ve yatağımızı bile satıyoruz. Bu yüzden hep borçluyuz. Son birkaç yıl içinde pek çok köylü ekecek tohum bulamadı. Kimseden yardım gelmediği için tohumun bir kilosunu 100-125 kuruşa ağalardan alıyor ve ona bir kilo karşılığında üç kilo olarak iade ediyoruz. Bu ağalar bizi tehdit ediyorlar; köylüyü adamlarına dövdürebilir, hapse attırabilir ya da zaman zaman devlet memurlarıyla karşı karşıya getirebilirler. Ödeme gücü olmayanlardan alacaklarını bu yolla tahsil ediyorlar. Aslına bakılırsa Ziraat Bankası, kredi veriyor ama bunun bize faydası yok. Para köye ulaşmadan bitiyor.[10]
Osmanlı yönetimi ve İttihat ve Terakki 1908 devrimi, kangrenleşmiş haliyle toprak mülkiyet sorununu halledememiş ve Cumhuriyet’e de aynı sorunlar devrolmuştur. “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devreden tarımsal topraklar mülkiyet açısından devlet mülkü (miri mülk) topraklar, özel mülk topraklar, vakıf topraklar ve aşiret topluluğuna ait topraklar olmak üzere dörde ayrılabilir. İmparatorlukta toprak genel olarak mülkiyet açısından büyük parçalara, işletme açısından küçük parçalara bölünmüştü. Mülkiyeti devlete ait olan topraklardaki küçük işletmelerin bir bölümü üretici köylünün kendi mülkü haline dönüşerek; bir bölümüyse, miras ve satış yoluyla küçük parçalara bölünmediği sürece, büyük özel mülkler olarak Cumhuriyet’e devretmiştir. Üretici köylü, ikincisinde ortakçı durumuna gelmiştir. Vakıf topraklar, daha çok parçalı olarak özel mülk topraklara dönüşmüştür. Bunlar genellikle varlıklı kişilerin eline geçerek bir bölüm köylünün topraksızlaşmasına yol açmıştır. Aşiret topraklarıysa aşiret reisinin feodal egemenliği altında işletme olarak küçük parçalara bölünmüş durumdadır… Toprak mülkiyetindeki farklılıktan dolayı, toprağı daimi ve irsi olarak tasarrufunda bulunduran köylü, ya tasarrufunda bulundurduğu toprağın sahibi olmuş ya koşulları değişmekle birlikte tasarruf sahibi olarak kalmış ya da tasarruf hakkını da kaybederek mülksüzleşmiştir[11]
Feroz Ahmad’a göre göreyse; toprak mülkiyet sorunundan önce, iş gücü yetersizliği sorundu: “Türkiye’de toprak ağalarını mülksüzleştirerek ve topraklarını köylülere dağıtarak devrime kazanabilecek, toprak açlığı çeken bir köylülük yoktu. Nüfusun çok ve artmakta olduğu, toprağın yetersiz kaldığı pek çok üçüncü dünya ulusunda gördüğümüz tipte klasik bir toprak sorunu da yoktu. Ancak pratikte, tarım ticarileştikçe toprağın fiyatı yükseliyor ve toprak az sayıda kişinin elinde toplanıyordu… Tarımsal Türkiye’nin asıl sorunu toprak yetersizliği değil, sürekli savaşların ve nüfus kaybının ağırlaştırdığı işgücü yetersizliğiydi. Tarımsal işgücü eksikliği dünya savaşı sırasında öylesine kritik bir noktaya geldi ki, hükümet ucuz işgücü sağlamak ve hayati besin maddelerinin üretimini sürdürmek için corvée (angarya) uygulamak zorunda kaldı. 1923’te yeni devletin sınırları içindeki nüfus yaklaşık yüzde 20 oranında azalmıştı. Toprak dağıtımı toprak ağalarının elindeki işgücü miktarını önemli ölçüde azaltabilirdi. Bu durumda toprak ağaları daha yüksek ücret ödemek zorunda kalacaklar ve toprak kiraları düşecekti. Bu iki durumu göz önüne alan toprak ağaları toprak reformuna ya da kırsal kesimde herhangi bir yapısal değişikliğe karşı çıktılar.[12]” Toprak ağalarının, toprak reformuna ve kırsal alanda mülkiyet ilişkilerini kendi aleyhlerinde sonuçlandıracak bir girişime karşı çıkanları doğruysa da; Ahmad’ın söylediği gibi iş gücü açısından, yoksunluk çeken yeni Türkiye’nin toprak reformuyla işlenecek toprağa az sayıda işçi/köylü düşmesinin, ağaların toprak mülkiyetindeki paylarının zarara gireceği endişesiyle, toprak reformuna karşıtlıklarının meşrulaştırılması pek de anlamlı görünmemektedir. Ancak Ahmad’ın haklı olduğu ya da dolaylı olarak gündeme getirdiği ayrı bir boyut vardır ki, o da: Kemalist devrimin, aşiretlerle uzlaşmasıdır… Sovyet elçisi Aralov‘la Mustafa Kemal arasında geçen diyalogda, Mustafa Kemal: “TBMM’nin ödevi, köylüyü ağır aşar vergisinden kurtarmak, ona başka kolaylıklar sağlamaktır. Ama şu anda biz bunu yapamayız. Birçok zümrelerin kinini üzerimize çekmiş oluruz. Onlar bizden uzaklaşır ve istilacıları kovmak, halkın kurtuluşunu ve ülkenin bağımsızlığını sağlamak gibi başlıca görevlerimizi yapmaya engel olurlar. Milli davamızı çözümledikten sonra köylüyle uğraşabiliriz.[13]


Kemalist Devrim ve Şark Islahat Planı

Mustafa Kemal’in, Sovyet elçisine söylediği ve köylüyü kalkındırmanın, vatan bütünlüğü/ülke öncelikleri ve devrimin gerekleri nedeniyle ertelenmesini ifade etmekteydi. Yoksa tamamen köylüyü yok saymak, toprak reformunu, kırsal kesimde ıslahatları yapmamak gibi bir anlayış söz konusu değildi. Önceliklerin önemiydi. Mustafa Kemal, yoksa Meclis’teki konuşmasında; köylünün sorunlarına ve gereksinimlerine işaret etmekteydi: 14 Haziran 1934’te Meclis’te: “Şark’ta geniş çiftlikler ve bu çiftliklerde serf (köle) gibi yaşayan topraksız ve fakat toprağa bağlı birçok insan vardır. Ancak aynı vaziyette çiftliklere ve insanlara Anadolu’nun diğer birçok yerlerinde de tesadüf olunmaktadır. Şark’ta bu topraksız ve fakat toprağa bağlı insanları bu bağdan kurtarıp toprağa sahip kılmak ne kadar lazımsa Garp’ta da aynı vasıftaki bu insanları aynı surette kurtarmak aynı derecede ve belki daha şiddetle lazım, zaruridir. Toprak Yasası’nın bir sonuca eriştirilmesini TBMM’nin üstün çabalarından beklerim. Her Türk Çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması kesinkes lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve bayındırlığı bu ilkeye dayalıdır. Bundan başka büyük toprakların çağdaş araçlarla işlenerek ülke için daha fazla üretim alınmasını teşvik etmek isteriz.” 1 Kasım 1937’de: “Milli ekonominin temeli ziraattır. Köylere kadar yayılacak programlı ve pratik çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır. Bir defa memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanıysa bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın hiçbir sebep ve suretle bölünmez bir mahiyet alması şarttır.” 1937 yılında tarım için uygulanması gereken yöntemlerden şöyle söz etmektedir: “ilk önce ciddi çalışmalara dayalı bir tarım politikası belirlemek ve onun için de, her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek uygulayabileceği bir tarım rejimi kurmak gereklidir. Bu politika ve rejimde, önemli yer alabilecek noktaların başlıcaları şunlar olabilir. Bir kez, ülkede topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olansa, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir nedenle ve hiçbir şekilde bölünemez bir nitelik almasıdır. Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliğinin, arazinin bulunduğu bölgelerin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanması gereklidir. Küçük büyük bütün çiftçilerin iş araçları artırılmalı, yenileştirilmeli ve bakım önlemleri zaman geçirilmeden alınmalıdır. Herhalde, en küçük bir çiftçi ailesi, bir çift hayvan sahibi olmalıdır, bunda ideal olan öküz değil, at olmalıdır. Öküz, ancak bazı şartların henüz sağlanamadığı bölgelerde hoş görülebilir. Köylüler için, genellikle pulluğu pratik ve faydalı bulurum. Traktörü büyük çiftçilere öneririm. Köyde ve yakın köylerde, ortaklaşa harman makineleri kullanmak köylülerin vazgeçemeyeceği bir gelenek haline getirilmelidir. Ülkeyi iklim, su ve toprak verimi bakımından tarım bölgelerine ayırmak gerekir. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern pratik tarım merkezleri kurulması gereklidir. Bugün devlet yönetiminde bulunan çiftliklerdeki ve bunların yönetimi içindeki diğer tarımsal sanayi kuruluşlarındaki bazı kişiler, tarımsal çalışmaların bütün alanlarında her türlü teknik ve modern deneylerini tamamlamış olarak bulunduğu bölgelerde en faydalı tarım usul ve sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar. Bu, bakanlık için büyük kolaylıklar sağlayacaktır. Ancak, gerek var olan gerek bütün ulusal tarım bölgeleri için yeniden kurulacak olan tarım merkezlerinin kesintiye uğramadan tam verimli çalışmalarını; şimdiye kadar olduğu gibi, devlet bütçesine ağırlık vermeksizin, kendi gelirleriyle kendi varlıklarını yönetmek ve gelişmelerini sağlayabilmek için bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurmalarını öneririm[14].

            Mustafa Kemal’in bu sözleri; toprak sorununa ve köylünün bilinçlenmesine ve tarımsal kalkınmaya ne denli önem verdiğinin göstergeleridir. Öyle ki, 1925 yılında Şark Islahat Planı, hazırlanmıştı. 24 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla hazırlanan planın, 2536 numaralı kararının 10. maddesinde şöyle denilmişti: “Aşiret yapısının o sene zarfında ilgası ve halktan doğrudan doğruya hükümetle temas ve hukukunun bilvasıta hükümetçe muhafazası ve temini hususu peyderpey mevki-i fiile konacaktır. Bunun için şarkta hükümet kuvvet ve nüfuzunun her şube-i idareden mefkûreli ve muktedir memur gönderilmek suretiyle takviyesi lazımdır.[15]
            Planda, görüldüğü gibi hükümetin duruma el koyması gerektiği bildiriliyordu. Cumhuriyet döneminde, devrimle birlikte Kürt aşiretlerinde, yabancıların eliyle, isyanlar baş göstermiş; her kalkışma ve olay kendilerine zarar vermiştir. Ziya Gökalp, konu hakkında şu çözümlemelerde bulunmuştur: “Milli misakımızın Türklerle Kürtlere aynı kıymeti, aynı ehemmiyeti vermesi gösteriyor ki bu iki millet arasındaki vefa bağları, sadakat rabıtaları her türlü tasvirin fevkinde bir samimiliğe maliktir. Filhakika, Meşrutiyetten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğramadı. Zira aşiret kavgalarından zarar gören yalnız aşiretlerdir. Bu kavgalar zannolunduğu gibi ne hükümete karşı isyan ne de ahaliye karşı şekavet mahiyetinde değildir. Balkan harbi gibi mütareke zamanları en felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimi dert ortaklığı eden bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü istiklal savaşımında bütün heyetiyle iştirak edip Türklerle beraber “hep yahut hiç!” diyen bu sadakatli millet değil miydi? Türk nasıl olur da bu kadar samimi bir Kürt’ten, bu kadar hukuk perver bir arkadaşın emsalsiz vefakârlıklarını, sayısız fedakârlıklarını unutabilir? Kürtlerin medeniyetçe bir kusuru varsa, bazı kısımlarının hâlâ aşiret halinde kalmasıdır.[16]” Ayrıca Gökalp: “Kürtlerin askerlikten kaçtığına bakanlar, bu kavmi mefkûresizlikle damgalarlar. Ya da korkak sanırlar. Oysa Kürtlerde mefkûre çok kuvvetlidir. Fakat bu mefkûre vatan mefkûresi olmadığından, askerliğe eğilimleri yoktur. Buna karşılık aşiret mefkûreleri çok güçlüdür. Hayatlarını, servetlerini, evlatlarını bu mefkûreye feda etmekten kadın erkek çok büyük zevk duyarlar. Aşiret kavgalarında gösterdikleri kahramanlıklar, ortaya koydukları fedakârlıklar övülmeye değer… Aşiret mefkûresi o kadar güçlüdür ki, ferdin en şiddetli tutkusu olan aşkına bile bu ülkü üstün gelir… Bütün ilkel cemiyetlerde ne ferdi hukuk anlayışı, ne de kamu hukuku anlayışı vardır. Hukuk yalnız semiyeye (aşiretin ait birimine sop, klana) aittir. Bir ferde tecavüz etmek, semiyeye tecavüz etmek anlamı taşıdığı için, intikam semiye tarafından alınır. Bundan dolayıdır ki alınan diyet, ölenin aile büyüğüne verilmez. Semiyenin eli silah tutan üyeleri arasında bölüştürülür. Cahiliye Araplarında miras da böyle bölünürdü. Aşiret ruhuna sahip olan toplulukların, bizim kanunlarımıza iltifat etmemeleri, bu ilkel hukuk ve anlayışın sonucudur… Aşiret düzeni bozulunca her fert kendi başına kalır. Toplumsal bir örgüt mevcut olmaz. Bu duruma “toplumsal atomizm” denilir. Bu durumda fertler arasında yalnız bir kanun geçerli olur: “gücü yeten yetene, altta kalanın canı çıksın.” Bu durum sosyal bir dağılmadır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan bir topluluk, mutlaka bir beyin, bir ağanın yönetimi altına geçer. Kuruluşta fertler, reaya (vergi veren halk, Osmanlılarda yoksul kesim) haline girer. Ne var ki bu hal, onlar için anarşiden, başsızlıktan daha iyidir. Bu yüzden bu esir gibi durumu, yani feodalist aşiret sistemini, dağılmış köylüler, olgunlukla kabul ederler… Köylüler örgütsüz kalmakla büsbütün yok olacaklarını bildikleri için, sıtma adını verdikleri bu reaya durumunu iradeleriyle ve gönül rızasıyla kabul ediyorlar. Çünkü topraklarını hiç para almaksızın bu egemen ağaya terk ederek, onun esareti altına giren köylüler çoktur. Ağa köyleri, örgütlenme ve kamu hukukuyla ferdi hukuk anlayışına sahip olduktan sonradır ki, halk köyleri sırasına geçebilirler. Gerçi halk köylerinden bazısı, çaresizlik içinde kalınca, yeniden ağa köyü haline geçmekten de çekinmezler.[17]
Gökalp’in çözümlemelerini doğrulayan ve aşiretler içinde vazgeçilmez bir tapınç, güç, korunma kaynağı olduğunu doğrulayan Minorski’nin gözlemleri de önemlidir: Minorski, 1915’te yaptığı gözlemlerinde: “Ağayla bireyler arasındaki ilişkilere gelince, bu bağ Kürtler arasında çok güçlüdür. Ağaya sonsuz bağlılık ve baş eğme vardır. Ağa, onların varlıklarının en önemli parçasıdır. Ağaya sürekli üstün bir varlık ve muzaffer kumandan gözüyle bakılır… Aşiretin bireyleri bu etkinliği zorla değil içten gelen bir arzuyla kabul ederler. Öyle ki Türklerin işgal ettikleri yerlerden bazılarında, halkla yaptığım konuşmalarda, Türklerin, ağaların egemenliğine son vermeye çalışmalarından dolayı şikâyet ediyorlar ve ‘artık ağamız olmayacak ve biz ağasız kalacağız’ diyorlardı.[18] Hâlbuki aşiretlerin; ağalar, şeyh ve şıhlar; Kürt yurttaş için en büyük düşman unsurdur. İnsanca yaşamanın, kölelikten kurtulmanın yegâne yolu; bu bağımlılık ilişkilerinden kurtulmaktır. “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu ülkemizin diğer bölgelerinden ayıran en temel özellik, feodal ağalık ve ona bağlı olarak din bezirgânlarının beslendiği şeyhlik sorunudur. Son yıllarda iyice başını kaldıran, gün geçtikçe kabaran “Kürtçülük” sorunu bir yanıyla emperyalizmden, diğer yanıyla da bu aşiretlere dayanan ağalık ve şeyhlikten almaktadır gücünü. Kürtçülük yapanlar, Kürtçülükten çok eşitlikten söz etmelidirler. Feodal kalıntılar olan, çağ dışı ağalığa ve şeyhliğe, cemaatlere karşı çıkmalıdırlar. Dün olduğu gibi, bugün de topraksız Türk ve Kürt köylülerinin en büyük düşmanı Türk ve Kürt toprak ağalarıdır.[19]


Celal Bayar’ın Raporu: “Doğu’ya Ağa, Şeyh Egemen”

         Ömer Lütfi Barkan’ın, önerilerini de dikkate alarak, yeni feodal ilişkilerin önüne geçmek elzem bir yaklaşım olacaktır. CHP’li Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan: “Yeni Türk devletinin eski feodal ve başıboş liberalizm ananelerini devam ettiren ve köylüyü fakr-ü zaruret içinde bırakan geri toprak münasebetlerini, onlara vücut veren geri siyasi teşkilatla birlikte ortadan kaldırarak köylünün paryalaşmasının önüne geçmek ve memlekette yeni ve büyük içtimai ve siyasi tehlikelerin meydana gelmesine mucip olacak şekilde, yeni toprak malikânelerinin teşekkülüne mani olacak tedbirleri almak lâzımdır.[20]” Barkan’ın saptamaları, konunun aslında temelden ele alınıp; ciddi reformları, hukuki ve siyasi düzenlemeleri yapmanın önemini imliyordu. 1936’da Celal Bayar’ın hazırladığı raporda, şunlar ifade edilmekteydi: Doğu illerinde Ağa, Şeyh hâkimiyeti var: “Doğu illerinde hâkimiyet ve idare bakımından göze çarpan bariz bir hakikat vardır: Şeyh Sait ve Ağrı isyanlarından sonra Türklük ve Kürtlük ihtirası karşılıklı şahlanmıştır. İsyan edenleri tenkil etmek için şiddetin manası anlaşılır ve yerindedir. İsyandan sonra, fark gözetmeksizin idare etmek de bundan ayrı ve mutedil bir sistemdir. Gözlemlerime göre, Kürtçe konuşan vatandaşlarımızın hayatında canlılık vardır; faaliyet vardır. Bu husus kendilerinde ve çocuklarında dikkat çekmektedir. Esasen söz etmek istediğim canlılığın en kat’i bir delili de buldukları boş ve bereketli yerlere derhal hiçbir taraftan destek görmeden yerleşmiş ve işe başlamış olmalarıdır. Hariçten sokulmaya çalışılan politikanın bozguncu akımlarını kırmak ve bu yurttaşları ana vatana bağlamak için devamlı çalışmak ister. Kendilerine, yabancı bir unsur oldukları resmi ağızlardan da ifade edildiği takdirde, bizim için elde edilecek netice, bir tepkiden ibaret olabilir…“doğu illeri, bizim rejimimize gelinceye kadar kesin bir tarzda hâkimiyetimizin altına girmemiştir. Geçmiş hükümetler, halk üzerindeki hâkimiyetlerini ağalar ve şeyhler vasıtasıyla yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhler vasıtasıyla yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhler soyduklarının bir kısmını hükümet erkânına vermek suretiyle müşterek ‘nemelazımcı’ idare devri yaşanmıştır…” “şark vilayetlerinde toprak tevzi etmenin (toprak düzenini değiştirmenin), halkı toprak sahibi kılmanın ehemmiyeti aşikârdır. Gayemiz bunları sadece toprak sahibi yapmakla iktifa etmek de değildir. Mümkün olduğu kadar kredi vasıtalarını, üretim imkânlarını da aynı zamanda vermek lazımdır. Ürünlerin satışlarını da temin etmek icap eder. Bu suretle hükümet, ağalarının yerini alır ve bu tarz hareket, halkla hükümeti birbirine bağlar. Vaktiyle yapılmış olan arazi düzenlemesinin bir kısmında bazı yolsuzluklar olduğu iddia ediliyor. Diyarbakır’da gelirken bir köy halkıyla görüştüm. Bir kısmına 150 dönüm arazi verilmiştir, bir kısmı mahrum bırakılmıştır. Farklı muamele yapıldığı anlaşılıyor. Köylüyü toprak sahibi yapmak, köylüyü hükümete bağlayacak çok etkili bir tedbirdir. Bu tedbirin tam semere vermesi için de ikinci şart vardır. O da muhitteki nüfuz sahibi mütegalibenin aileleri ile birlikte iç vatana nakil edilmesi keyfiyetidir. Bu hareket devlet nüfuzu ve kuvvetini göstermekle beraber, halkın baskıcı zorbadan doğrudan doğruya kurtarılması yardım etmektedir. Bu yüzden de bölgede memnuniyet yaratmaktadır.[21]
          Bayar'ın raporu, köylünün/işçinin, toprak gereksinimini ve tarımsal üretimde bağımsız olmasının, önemli ipuçlarını içeriyordu. 1938’de nüfus mübadelesinde, topraklar şu biçimde çiftçilere dağıtılmıştı: Osmanlı vatandaşlarının mübadele anlaşmaları (Türkiye – Yunanistan) ile vatandaşlığa kabul edilen veya başka göç anlaşmalarıyla ülkeye gelen nüfusun iskânı sırasında 6.787.234 dönüm tarla, 157.422 dönüm (b hükümlerine göre) bu tarihten Mayıs 1938 tarihine kadar yine göçmen ve mültecilerle topraksız kişilere 88696 kişiye 2.299.823 dönüm tarla toprağı dağıtılmıştır. 1934 yılına kadar yapılan toprak dağıtımlarında çiftçilere dağıtılan 731.234 dönüm toprakla 1938 yılına kadar dağıtılan 2.999.823 dönüm toprak, devletin tamamen kendisine ait meradan ayırıp dağıttı topraktır. Böylece hayvancılığın zararına olan meraların tarım toprağı haline gelmesi dönemi de başlamıştır.[22]


Tarım Arazilerinde İyileştirme Çabaları

            Türkiye’de, ilerleyen dönemlerde, özellikle Demokrat Parti iktidarıyla birlikte: toprak ağaları, köylüyü ciddi biçimde sıkıştırmış ve köylüyü yapay korkularla kendi satıhlarında tutmuşlardır. “Türkiye’de köylünün korkuları üzerine oynanan şu iki slogan etkili olmuştur: başka partileri “dinsizlik”le suçlamak, “din elden gidiyor” teması; ikincisi, gerçekten de tek yaşam güvenceleri olarak gördükleri –ne kadar küçük ya da ipotekli filan olursa olsun- toprak sahibi olmayı sürdüreceklerinin, topraklarının ellerinden alınmayacağı garantisinin kendileri olduğu; aksi takdirde “solcuların” bu topraklara el koyacağı çünkü onların özel mülkiyete düşman olduğu yolundaki propaganda… Özellikle kendi yağıyla kavrulmaya çalışan küçük ve orta boy köylü hemen hemen her zaman oltanın ucundaki “din” ve “toprak” yemini yutmuştur.[23]” Sadece doğuda değil, batıda da feodal ilişkiler gelişmiş ve “Batı Anadolu tarımında kapitalizmin gelişme süreci, Karaosmanoğluları gibi uçsuz bucaksız topraklara sahip ailelerin topraklarını ortakçılık veya yarıcılıkla işleyen veya kendi küçük tarlalarında çalışan mülk sahibi köylülerin topraklarından atılma ve mülksüzleştirilme süreci[24]” olarak belirlenebilirdi.
           Verimli toprak alanlarının, aşiret/ağa yağmasıyla elde tutularak; köylüyü tarımsal araçlardan ve toprak bütünlüğünden uzaklaştırdığı gibi, verimli tarımsal araziler sanayiye, kentsel alanlara, betonlaşmaya, kısaca ranta dönüştürülmesinde bilinçli birçok uygulama yapılmıştır. 2005 yılına gelinceye dek birçok yasal düzenlemeye konu olan tarım toprakları.. Kentsel gelişme için gereksinme duyulan alanların karşılandığı topraklardır… Kamu yatırımları, özel sektör sanayi yatırımları (organize sanayi bölgeleri, küçük sanayi siteleri), eğitim yatırımları (özel, kamu) turizmi teşvik yatırımlarında, doğal afetlerden sonra yerleşme, gecekondu yapımı ve kentsel dönüşüm projelerinin uygulanması amacıyla tarım toprakları kullanılmaktadır. Bu uygulamalarla bir yandan devlet mülkiyetinde olan verimli tarım toprakları özel mülkiyet konusu yapılmakta, diğer yandan verimli tarım toprakları özel mülkiyet konusu yapılmakta, diğer yandan verimli tarım topraklarının nitelikleri değiştirilerek yerleşmeye açılmaktadır: ister özel mülkiyette, ister devlet mülkiyetinde olsun, tarım topraklarının korunması ve bu toprakların tarımsal amaçlar dışında kullanılmasının önlenmesi görevi, 1982 Anayasası’nın 45. maddesi uyarınca devlete verilmiştir. Dolayısıyla tarım topraklarıyla ilgili rant oluşumu ve bölüşümü sürecinin iki boyutu bulunmaktadır: ilki, devlet mülkiyetinde olan tarım topraklarının satılması sürecinde ortaya çıkan rant oluşumu ve bölüşümü süreci, ikincisi, devletin mülkiyetinde veya özel mülkiyette bulunan tarım topraklarının niteliklerinin değiştirilerek, tarımsal amaç dışında kullanılmasıyla ortaya çıkan rant oluşumu ve bölüşümü sürecidir… 1960’lı yıllarda yılda ortalama 25 bin hektar tarım toprağının yitmekte olduğu, 1960 – 1985 yılları arasında yılda yaklaşık 10 bin hektarlık tarım toprağının kentsel toprağa dönüştüğü, 1969 yılından itibaren İstanbul çevresinde 25006 dekar arazinin yerleşim yerine dönüştüğü, Çukurova’da sanayin işgal ettiği toprak büyüklüğünün 691 dekardan, 1975 yılında 11.121 dekara ulaştığı, yine aynı bölgede hava alanlarına 16 bin dekar tarım toprağı ayrıldığı, konut için 47 ilde 120 bin hektarlık toprak verildiği, sanayi siteleri ve organize sanayi bölgeleri için ayrılan toprakların %62’sinin tarım toprağı olduğu, Batı Trakya’da tarıma elverişli olmayan 130 bin hektarlık toprak yerine 26 bin hektarlık verimli tarım toprağının yol yapım amacıyla kullanıldığı ortaya çıkmıştır… Toprakların tarıma açılmasıyla, önce mera’lar verimli tarım toprağı haline getirilmiş ve bu durum tarım topraklarının oranını arttırmış; bu eğilim 1980’lere kadar sürmüştür. Ancak 1980’lerden sonra bu oran tarım topraklarının tarım dışı amaçlarla kullanılmasından dolayı hızla azalmıştır… Sanayi yatırımları için ihtiyaç duyulan toprağın eski veriler olmakla birlikte %74,3’ü, turistik alanlar için ihtiyaç duyulan toprağın eski veriler olmakla birlikte %69,5’i ve yerleşim yeri için ihtiyaç duyulan toprağın 726.441 hektarlık kısmı tarım topraklarından karşılanmıştır[25].
 Tarım arazilerinin, verimli toprak sınırlarının; keyfi biçimde, ülkenin tarımsal üretimi ve zenginliği düşünülmeksizin, farklı amaçlar için ranta dönüştürülmesi, başat olarak Demokrat Parti döneminin toprak ağaları/aşiretleri yanlısı tutum ve siyasasından kaynaklanıyordu. “Cumhuriyet tarihi, sınıf mücadelesinin ama daha çok da hâkim sınıflar içi mücadelenin tarihi. Cumhuriyetin kuruluşundan çok partili hayata geçişe kadar, tepede sivil asker üst bürokrasi vardı ve modernleşme sürecinde çabaları, pre-kapitalist (çoğu Kürt) toprak ağaları, tefeciler, gayri Müslim tüccar sınıfın üstünde hâkimiyet kurmaktı. 1950’lerin DP’si, büyük toprak sahiplerinin, palazlanan ve yabancı sermayeyle halvet olup sanayiye yönelen burjuvazinin iktidarıydı.[26]” Demokrat Parti dönemi, Kemalist devrimin hedeflediği toprak reformu ve tarım reformu amaçlarıyla sona eren bir dönemdi. Genel olarak amaç; “Atatürk döneminde çözülme ve dağılmayla karşı karşıya olan ağalık (şeyhlik) ve aşiretçi sisteme 1945’ten sonra işlerlik kazandırılmıştır. Bunun nedenleri: Oy kaygısı, politikacılar için tek tek köylere, kasabalara gidip hakla konuşup oylarını elde etme yerine, kasabalara ve köylere hükmeden, onlara sözü geçen aşiret reislerini elde etmek, onları devreye sokmak daha kazançlı ve kolay bir yol olmuştur. Birincisine bağlı olarak gelişen ortamda, halkı temsil edecek yerel kişilerin, politik güçleri yanında ekonomik güçleri de ellerinde tutan bu kişilerden seçilmesinin avantajlarının kullanılması şeklinde açıklanabilir.[27]” 1942 yılında İnönü‘nün buyruğuyla, toprak reformu konusunda çeşitli yayınları bulunan tarım hocası Şevket Raşit Hatiboğlu‘nun tarım bakanlığına atanması üzerine yeniden gündeme gelebilmiştir. Kamuoyunda “Köylüyü Topraklandırma Yasası” diye bilinen, Hatiboğlu‘nun hazırladığı yasa tasarısı da, ancak 1945 yılı başlarında Meclis gündemine girebilmiştir. Tasarının gelmesiyle birlikte de, Meclis’te gerçekten kıyametler kopmuştur. Daha sonra da, çoğunluğu büyük toprak ağası milletvekillerinden 32 kişilik bir karma komisyona gönderilmiş ve 3 ay süren tartışmaların ardından bayağı kuşa döndürüldükten sonra Meclis’e dönmüştür. Bu yasaya karşı en sert tepkiyi gösteren büyük toprak ağalarından biri olan Adnan Menderes, aynı zamanda da bu karma komisyonun raportörüdür. Nitekim tasarı Meclis’te görüşülürken, İnönü’nün Hükümet önerisinde diretmesi üzerine, önce bu raportörlükten istifa etmiş, sonra da yasa aleyhine çok sert ve kışkırtıcı bir konuşma yapıp, CHP’den ayrılmıştır. Yani, Demokrat Parti’nin kurulmasına neden olan gerekçelerden birisi de budur. Bu tasarının yasalaşmasından sonraki bir başka ilginç gelişme de, Şevket Raşit Hatiboğlu‘nun, hemen bir iki ay sonra bakanlıktan alınıp, tasarıya şiddetle karşı çıkan büyük toprak ağalarından bir ikincisi olan Cavit Oral ağanın getirilmesidir. Yani, böylece yasa, Meclis’te geçtiği şekliyle de uygulanmamıştır. Hemen rafa kaldırılmıştır.[28]


 Karşı Devrimci Kürt İsyanlarının Niteliği: Yabancı Misyonluk!

Mezopotamya’da insan yerleşmelerinin başladığı M.Ö. 11 binden bu yana geçen sürede topluluklar, sosyal çevresel olayların getirdiği tehlikelere karşı ortak yaşamı benimsemek zorunda kaldı. Fırat ve Dicle Nehirleri arasını mekân tutan toplu yaşam biçimi, bir süre sonra sülale ve aşiret yapılanmasına dönüştü. Derebeyleri belki bu şekilde ortaya çıkarıldı. Sorunlara karşı güç birliğini de temel alan koloni örgütlenmesi aynı zamanda zayıf gruplara karşı baskı ve şiddeti benimsedi. Ağalık ve derebeyliğin yönlendirdiği bu şiddet, zamanla tepki yarattı ve karşı şiddeti de doğurdu. Her şiddet yeni kolonileri, her koloni yeni ağaları ortaya çıkardı. Kana dayalı ilkellik, aşiret yaşamının kangrenleşmiş yarasına dönüştü. Kabuk tutmayan bu yara belki de yüzlerce yıldır on binlerce cana mal oldu.[29]” Tarihsel süreç içinde; derebeylikler, koloniler, aşiretler birbirini boğazlayan ve kan üzerine kurulu feodallikler, devrimci siyasalara karşı da mücadele edip, başkaldırmıştı. Böylelikle aşiretler, kan ve ranta dayalı ilişkilerle, emperyalizmin amaçlarının buluştuğu noktada, Türkiye’de Cumhuriyet devrimine karşı başta İngilizler olmak üzere tüm batı ülkeleri, Kürt ağa ve beyliklerini kullanmış ve kışkırtmıştı.
            Aşiretlerin ve beyliklerin, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihinde; devrim karşıtı isyanlarını ve isyanlar içinde oynadıkları rolleri aktarmak; aşiretlerin kendi iç birliklerinden doğan nüfuzlarını ve bu nüfuzları üzerinden Anadolu’yu işgal etmek isteyen batı ittifakına yardımlarını saptamak açısından önemlidir.
            Kürdistan Teali Cemiyeti’nden önce 19 Eylül 1908’de Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti kuruldu. İstanbul Vezneciler’deki bu cemiyet; Kürtlerin üç ünlü derebeyi ailesinin temsilcilerinin.., Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdülkadir, Bedirhanlılardan Mehmet Emin Ali Bedirhan, Baban ailesinden Babanzade Ahmet Naim Bey’di… Dernek, 9 Kasım 1908’de İstanbul’da “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” adıyla bir gazete çıkardı. Dikkat çeken makalelerin yazarları Said-i Kurdi (Bedizzaman Said-i Nursi), İsmail Hakkı Babanzade gibi kimselerdi.[30]
Kürdistan Teali Cemiyeti kurucuları arasında: “Bedirhan, Şemdinan ve Baban aşiret aileleri, Diyarbakırlı Cemil Paşa Alesi kuvvetli biçimde yer alıyorlardı. Ayrıca Mevlanzade Rıfat, Ahmet Hamdi Paşa, Arvasizade Mehmet Şefik, Said Nursi, Said Molla, Yusuf Ziya Koçoğlu, Mehmet Şükrü Sekban, Emekli Ferik Fuat Paşa, Emekli Ferik Ahmet Hamdi Paşa. Derneğin 4. maddesi: “…Kürdistan’ın maddeten ve manen gelişmesine ve yükselmesine ve Kürt kavminin İslam fikri ve ruhuna göre yetiştirilmesine çalışmak..” 19. maddesi: “Cemiyetin, Kürtlerin yaşadığı her vilayet, liva, kaza, önemli nahiye merkezlerinde birer şube kurulacaktır.[31]
İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyeleri arasında: “asıl görevi casusluk olan İngiliz rahip Robert Frew, Kamil Paşazade Şevket Bey, Sait Molla, Mustafa Sabri Efendi, Dahiliye Nazırı, gazeteci Ali Kemal, Şair Rıza Tevfik, Sultan Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit Paşa, Gümülcineli İsmail..” Kemal Atatürk cemiyet hakkında Nutuk’ta şunları söylemektedir: “Bu derneğe girenlerin başında Osmanlı Padişahı ve Halife-i Rûy-i Zemîn ünvanını taşıyan Vahdettin, Damat Ferit Paşa, Dâhiliye Nazırı olan Ali Kemal, Adil ve Mehmet Ali Beyler ile Sait Molla bulunuyordu. Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Frew’di. Bu derneğin iki yöne ve iki ayrı niteliği vardı. Biri açık yönü ve usulüne uygun teşebbüslerle İngiliz himayesini sağlama amacına yönelmiş olan niteliğiydi. Öteki de gizli yönüydü. Asıl faaliyet bu gizli yöndeydi. Memleket içinde örgütlenerek isyan ve ihtilal çıkarmak, milli şuuru felce uğratmak, yabancı müdahalesini kolaylaştırmak gibi haince teşebbüsler, derneğin bu gizli kolu tarafından idare edilmekteydi. Sait Molla’nın derneğin açıktan yaptığı çalışmalarında olduğu gibi gizli çalışmalarında da ondan daha çok rol oynadığı görülecektir.[32]
Azadi’nin kuruluşu 1923 gibi gösterilmekle birlikte; Garo Sasuni; örgütün çekirdeğinin 1920 Kasım’ında oluşturulduğunu belirtiyor. Azadi Cemiyeti’nin lider kadrosu Cibranlı Albay Halit Bey, Yüzbaşı İhsan Nuri, Bitlis Eski milletvekili Yusuf Ziya, Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı Seyit Abdülkadir, Diyarbakırlı Cemilpaşazade Ekrem Bey ve Kör Hüseyin Paşa gibi kişilerden oluşuyordu… Şeyh Said isyanı başladıktan sonra Taşnakların yayınladığı Troşak Dergisi’nde 1925 yılı Aralık sayısında: “Komite, aşiret reisleri, ulemalar ve şeyhlerle irtibat temin etmekle kalmayıp, özellikle Türk okullarındaki Kürt öğrencilerle, Türk ordusundaki Kürt subaylar ve devlet dairesindeki Kürt memurlarla da ilişkileri kurdu.” 1925 yılında ilk kongresini yapan bu cemiyet, Doğu Anadolu’da bütün aşiretlerin katılacağı bir isyan başlatmak ve bunu takiben Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan etme kararı almıştı[33].
Kürtlerle Ermenilerin, ortak düşman saydıkları Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı birlikte kurdukları başka bir yapılanma Hoybun Cemiyeti’dir. 5 Ekim 1927 tarihinde Lübnan’ın Bihamdun kasabasında geniş çaplı bir kongre yapılarak Hoybun Cemiyeti kurulmuştur. Kongrede, Hoybun Cemiyeti’nin amacı “Türk Kürdistan’ın bağımsılığı olarak” tespit edilmiş… Hoybun Cemiyeti Başkanı Celadet Ali Bedirhan’la Taşnakların Cemiyet nezdinde temsilcisi olan Vahan Papazyan arasında Türkiye’ye karşı Halep’te yapılan bu ittifakın Dâhiliye Vekâletinin Başvekâlete yazdığı cemiyet faaliyetleriyle ilgili 18.07.1929 tarihli gizli rapora göre maddelerden birinde: “Dersim, ruhu meselesidir. Kürt harekâtına istinat noktası teşkil eder. Haydaranlı, Bahtiyarlı, Lolanlı, Balabanlı, Karakiyhili, Arelli ve Çarıklı aşiretlerinin tamamen elde edilmesi lazım geldiğinden bu hususu Hoybun Cemiyeti deruhte eder. Bu durum müştereken tespit edilerek karar altına alınmıştır[34]. Hoybuncu Celadet Ali Bedirhan’ın Mustafa Kemal Paşa’ya Paris’ten yazdığı, meydan okuma niteliğindeki mektup şöyleydi: “Yeni Türkiye yükselme ve ilerleme yolunda dev adımlarla yürürken her şeyi, bilhassa İslamiyet’in uhrevi ve dünyevi bir dinin bütün abidelerini yıkıyor, eserlerini ve basılmış kitaplarını yakıyor, çeşitli ırk ve unsurlar arasında adeta milli bir birlik vücuda getiren ve İslam dininin feyizli kaynağından doğan bir siyasi kuralları, yerine hiçbir şey koymaksınız ortadan kaldırıyor; kökleriyle beraber söküyor ve mahvediyordu. Öyle bir sökme işi ki devirdiği her sütunun temeli edebiyen boş kalmaya ada bir kötülük çukuru, geçmişe ağlayan bir matem türbesi. Türkiye modernize ediliyordu. Evet, Türkiye’nin tarihini, geleneklerini, ahlakını 24 saat öncesine gelinceye kadar yaşayan bütün kurumlarını bir darbede yıkan, kemikleri henüz mezarlarda çürümemiş dünkü babalar hakkını inkâr eden bir modernizasyon.[35]” İran Kürdistan Demokratik Partisi başkanlığı yapan Abdurrahman Ghasseumlou: “..1927’de tüm Kürt milliyetçi kuruluşların birleşimi olarak Hoybun Partisi kuruldu. Bu temsilciler, Feodaller, toprak ağalarıyla entellüktüellerden oluşuyordu.” Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti’nin Avrupa Temsilcisi sıfatıyla Paris’te bir büro açarak Avrupa’daki faaliyetleri yürütmektedir.. Hoybun Cemiyeti’nin 1927’de Kürdistan’ın bağımsızlığını Sevr’de belirtildiği şekliyle ilan ettiğini belirten Bedirhan, “İran, Ermenistan, Irak ve Suriye’ye dostluk duygularını dile getirirken Türklere karşı savaşa devam edeceklerini vurgulamaktaydı… 1928 yılında Dersim bölgesinde bir isyan çıkarmak konusunda mutabakata varılmıştı.[36]
Amiral Mark Lambert Bristol’ün ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği 20 Şubat 1922 tarihli yazı: “Normal koşullarda bile Kürtler, daima komşuları için sorun olmuşlardır. Şimdi Kürdistan’ın ünlü petrol yatakları nedeniyle yabancı entirakalar kuşkusuz başladığı için ciddi sorunlar çıkabilir. İngilizler, her halde Kürdistan’ı denetim altına almak için Kürtler’i Türkler’e karşı kullanmak isteyeceklerdir. Türkler de Kuzey Mezopotamya’yı ele geçirmek için aynı şeyi yapacaktır. Kürdistan’ı özel bir etki bölgesi sayan Fransızlar da Türk – İngiliz sürtüşmesinden çıkar sağlamakta bir an duraksamayacaklardır.” Bristol’ün bu yazısının ekindeki askeri ataşenin raporunda: “…İngilizlerin İstanbul’daki iki Kürt Derneğini (Teali) ve (Teşkilatı), Musul ve Mardin bölgesindeki bazı küçük Kürt reislerini satın almaları biçiminde sınırlı olmuştur. İngilizlerin yardımıyla, Mustafa Paşa, Mevlanazade Rıfat Bey ve başkaları geçen yaz Kürdistan’a gönderilmiştir. Mustafa Paşa, İngiliz mandası altında Kürt bağımsızlığı istediğini bildiren bir broşür yayınlanmıştır… Kürdistan Teali Cemiyeti, Alişan Bey’i Dersim’e göndererek örgütün burada da kurulmasını istiyordu. Alişan Bey, Baytar Nuri’yle birlikte Dersim’de örgütü kurdu. Aynı günlerde Baytar Nuri de Zara, Divriği, Kangal ve Hafik ilçeleriyle İmraniye, Beypınar, Celali, Sincan, Hamo, Zınara ve Domurca bucaklarında Kürt Teali Cemiyeti’ni kurmaktaydı. Mustafa Kemal, bu örgütlenmeleri haber alınca, Sivas Valisi Reşit Paşa aracılığıyla Baytar Nuri ve Alişan’la görüşmek istedi. Görüşmeye Baytar Nuri gitmedi. Mustafa Kemal, Alişan Bey’le görüştü. Mustafa Kemal, Alişan Bey’e İngilizlerin desteklediği Bedirhaniler ve Cemilpaşazade Ekrem’in Vali Ali Galip’le Sivas kongresi’ni basmayı planladıklarını anlattı. Seyit Abdülkadir’den yakındı. Erzurum Kongresi’nde alınan kararların Kürtler’i de kapsadığını söyledi. Alişan Bey, bu konuşmadan sonra Sivas’tan milletvekili olmayı kabul etmişti. Ancak, sonradan Baytar Nuri’yle konuşup bu öneriyi reddetti. Baytar Nuri de kendisine Alişan Bey aracılığıyla yapılan milletvekilliği önerisini kabul etmedi. Baytar Nuri, Kürt devleti peşindeydi… Baytar Nuri 1921 yılı başlarında Kangal ilçesinin Yelice nahiyesinin Hüseyin Abdal tekkesinde bir toplantı düzenledi. Bu toplantıya, Cangaben ve Kurmeşan aşiretleri başta olmak üzere Kürt aşiret reisleri katıldırlar. Toplantıda, Sevr anlaşmasının uygulanması ve Diyarbakır, Van, Bitlis, Elazığ, Dersim ve Koçkiri’yi içine alan bağımsız bir Kürt devleti kurulması kararlaştırıldı… Mısto komutasındaki Kürt birlikleri Zara’nın Çulfa Ali Karakoluna saldırdılar. Bu saldırıyı Refahiye’de, Şadan Aşireti Reisi Paşo’nun saldırısı izledi…Sivas yöresinde Zalim Çavuş diye anılan Şadan Aşireti’nden Hüseyin Ağa da Zara’da saldırıya geçti… Koçgiri aşireti yanında Pezgavır, Maksuden, Aslanan, Kurmeşan, Perçikan, Cenbergan ve Ginyan aşiretleri de ayaklanmanın ön saflarında yer alıyordu. Kürt aşiretleri Ankara Hükümeti’nden: İstanbul hükümetince kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması, Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi, Elazığü Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtler’in hemen salıverilmesi, Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi, Koçkiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması. Batı Dersim Aşiret Resileri adına TBMM’ye 25 Kasım 1920 günü şu başvuruda bulundular: ‘Sevr anlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.[37]”  “Amiral Calthorpe’dan, İstanbul/ 1430 sayılı telgrafım, Bağdat temsilcisinin 5353 sayı ve 12 Mayıs tarihli telgrafı ve sizin 77676 sayı ve 29 Mayıs tarihli telgraflarınıza ilişkin olarak; toprakları doğuda olan Abdülkadir, Kürdistan’ın en tanınmış ve saygın ailesi Bedirhanlar, bunların her ikisi de feodal sistemi temsil etmektedirler. Bunlar Türk bürokrasisinde önemli mevkileri ellerinde tutmaktadırlar.[38]” Bedirhan Bey Bağımsız Kürt Devleti planları yapmaya başlamıştır. 1898’de ilk Kürtçe gazeteyi çıkarmışlardı. Kürt devletinin kurulması için İngilizlerle bütün diplomatik ilişkileri kurarak Kürdistan Teâli Cemiyeti’ni kurmuşlardı[39]. Bedirhan aşiretinin önde gelenleri Milli Mücadele’ye ve Misakı Milli’ye karşıydılar. Milli Mücadele’ye karşı Kürt cemiyetleri, dergiler, gazeteler, örgütler kurdular.[40] Bedirhanlılar İngiliz mandasında bir Kürt devletinin kurulması için mücadeleye başlamışlardır. Bedirhanlı aşiretiyle sıkı ilişkiler kurmuş olan İngiliz Binbaşısı Noel, Malatya Mutasarrıfı Halil Rahmi, Elazığ Valisi Ali Galip ile ortaklaşa hareket ederek Sivas Kongresini basmayı planlamış ancak emellerinde başarı sağlayamamışlardır.[41] Ermeni Çeteleri İle Rusların Müslümanlara Yaptıkları Soykırımına Dair Osmanlı Belgesinde Bedirhan Aşiretinden, Bedirhan Kamil’in Katliamdaki Rolü: “Rusların ermeni çeteleriyle birlikte hasankala’dan hudûd-ı asliyyeye sürüldüklerinde beraberlerinde götürdükleri iki bin islâm ahalisinden bir kısmını öldürüp bir kısmını ülke içlerine sevk ettikleri, Erzurum’da dokuz kişiyi idam edip on dört yaşına kadar olan erkek nüfusu meçhul yerlere gönderdikleri; pekreç nahiyesinde Ermenilerden oluşan bir mahkemenin üç-dört yüz kişiyi astığı, Aşkale, Tercan, ılıca, tavuskerd ve Artvin cihetlerinde İslam namına bir şey bırakmadıkları, Van’da Ermenilerin iki yüz kadar kadın ve çocuğu öldürüp Mahfuran Deresi’nde sekiz on bin Müslüman’ı katlettikleri, Narman hududunda hot karyesi ahalisinin mitralyözlerle tamamen imha edildiği, Bitlis’in çukur nahiyesindeki morh-i süflâ muhacirlerinin çoğunun kılıçtan geçirildiği, Ergani, cinis, pezentan ve semerşeyh karyelerinin ahalisiyle birlikte yakıldığı; Kürt Bedirhani Kamil’in şarlatanlığı sebebiyle Bitlis’e yakın bir yere yerleştirilen pek çok köy ahalisinin açlıktan öldüğü, ağır hasta çocukların Bitlis Hastahanesi’nde vahşice öldürüldüğü, balekan karyesinde katledilenlerin cesetlerinin köpeklere yedirildiği, çukur’da esir edilen kadın ve kızlara tecavüz edilip ihtiyarların yakıldığı, çocukların süngüyle öldürüldüğü vesaire katliama dair Erzurum, Bitlis ve mamuretülaziz vilayetlerinden gelen telgraf[42] suretleri.[43]
Şeyh Sait verdiği bir fetvada: “Kurulduğu günden beri, Din-i Mübin-i Ahmedi’nin (Kutsal İslam dininin) temellerini yıkmaya çalışan Türk Cumhuriyeti Reisi Mustafa Kemal’in arkadaşlarının, Kuran’ın ahkamına aykırı hareket ederek Allah ve peygamberi inkâr ettikleri ve İslam halifesini sürdükleri için, gayrimeşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslamlar üzerinde farz olduğunu, cumhuriyetin başında bulunanların ve cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Gurre-i Ahmediye’ye (Peygamberin yüce şeriatına) göre helal olduğu..[44]
Şeyh Sait: “Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne netice verirse versin harekâta devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur, bunlardan yararlanacağız. Bugünkü Türk Hükümeti İslamiyet’ten ayrılıyor. İstanbul’da Beyoğlu’nda bazı İslam kızları şapkayla geziyorlar. Abdullah Cevdet, İçtihad Dergisi’nde yazdığı bir yazıda, kuşağın düzelmesi için Macaristan’dan damızlık getirilmesini istiyor.” Lice’den sonra hedef Diyarbakır’dı. Lice’den ayrılan Şeyh Sait kuvvetleri, Diyarbakır yakınlardaki Ali bardak köyüne kadar sokulmuşlardı. Yolda, Demirli Köyü’nden İzolli Aşiret Reisi Bedirağaoğulları da ayaklanmacılara katıldı… Şeyh Sait Ayaklanması’na karşı çıkan aşiretlerden hükümeti destekleyen telgraflar gelmeye başladı. Nusaybin’den Heverki Aşireti Reisi Haco’dan, Mardin milletvekilleri Yakup Kadri, Derviş, Abdurrezzak ve Abdülgani Beyler’den gelmişti. Telgraf şöyleydi: ‘Nusaybin CHP Başkanı Hacıalibeyzade Kaddur Bey’in gösterdiği etkinliklerle maddi ve manevi yardımlar sonucu olarak nasumlarını çıkarları uğruna satan asilerin bastırılması için hareket eden fedâkâr asker kardeşlerime katılmak üzere aşiretimle beraber bugün Diyarbakır kolordu emrine hareket ettim. Cumhuriyet hükümetinin ezici kuvvetine dayanarak hainlerle son nefese kadar savaşacağımızı bildiririz. TBMM’ye 10 imzalı bir başka telgraf da Midyat’tan geldi. Cenbirit Aşireti Reisi Hüseyin, Hasankeyf Aşireti Reisi Şeyh Ahmet, Keşuri Aşireti Reisi Gercüşlü Bedrettin, Midyat Belediye Reisi Reşit, Huvergin Aşireti Reisi Çelebi, Resan Aşireti Reisi Cemil, Mahalmi Aşireti Reisi Halil, Hisar Aşireti Reisi İsmail, İrnas Aşireti Reisi Salih ve İsmail imzalı telgrafta: “Din ve vatan düşmanlarımızın kandırdığı bu fesatçıların milletimiz aleyhine yaptıkları bu uğursuz hareketı bütün ilçe halkı adına suçluyor ve milletimizle cumhuriyet hükümetinin, sevgili yurdumuzun düşmanlarına karşı yapılacak her türlü bastırma harekâtına bir bütün olarak mal ve canımızla katılmaya hazır olduğumuzu bildiririz.” Cizre’den gelen telgraftaysa: “Şeyh Sait adındaki hainin, yardakçılarıyla Palu ve çevresinde hükümete karşı ayaklandığını haber aldık. Cumhuriyet hükümetimizin her türlü adaletli yönetimine karşı yapılan bu saldırıyı nefretle kınıyoruz. Ve bunların kısa sürede bastırılıp püskürtüleceklerine kuvvetle güveniyoruz. Bu nedenle her türlü lekeden arınmış olarak Cumhuriyet hükümetinin emirlerine bağlı ve vatan hizmeti yapmaya hazır olduğumuzu arz ederiz.” Telgrafı, Taban Kabilesi Reisi Reşit, Varazisi Kabilesi Reisi Reşit, Miran Aşireti Reisi Naif, Devriye Kabilesi Reisi Süleyman, Pişri Kabilesi İbrahim, Alevkan Kabilesi Reisi İbrahim, Mehmet, Musa, Reşan Kabilesi Reisi İbrahim Haso, Serbitan Kabilesi Reisi Mehmet imzalamıştı[45].


Kıvılcımlı’dan Alınacak Dersler ve AKP’nin Sermayeye Meyli

Hikmet Kıvılcımlı, Ağrı Dağı isyancılarının “gaye”sini: “Gaye: Şeyh Sait isyanında; isyanın hedefinin herkesin kendince, her sınıf ve zümrenin kendi menfaatince anladığı müphem bir manası var veya yok idi: şeriatı kurmak! Hâlbuki bu aynı kelimeden Şeyh Sait’in anladığı, bir nevi Kürdistan papalığı kurmak; ağaların anladığı bütün Kemalist burjuva usulleri yerine tam Ortaçağ derebeyliğini geçirmek; şehir burjuvalarının umduğu, Türk burjuvazisinden bağımsız Kürt burjuvazisinin Kürdistan halkını rakipsiz sömürü nizamına getirmek; şehir küçük burjuvaların bekledikleri meşhur olduğu kadar meçhul olan adalet; bütün mülksüzler ve fakir köylülüğün peşinde koştuğu ilahi bir refaha kavuşmak ve ilh. İdi. İsyan bir muzdu, onu yiyenin niyetine göre koku veriyordu. Ağrı isyanı öyle olmadı. Onda muhalif Kürt ağalığıyla muhalif Kürt burjuvazisi kendi sınıfsal ve kombinezonlaştırılmış hedeflerini her şeye hâkim tutmayı bilerek, bu hedeflere elle tutulur şekiller bile vermişlerdi.[46]” TKP’nin yer altı organı Kızıl İstanbul da Ağrı İsyanına ilişkin bakışını şöyle saptamıştı: “derebeylerin ve büyük arazi sahiplerinin zulüm ve istismarına nihayet vermek ve ellerindeki toprakları ve vesait-i istihsal iyeyi müsadere ederek fakir ve topraksız köylüye bilbedel dağıtmalıdır.
Her dönemin burjuvazisi bulunmaktaydı. Doktor Kıvılcımlı’nın saptamaları; feodalliğin reelliğini hedefleyen bir ayaklanmayı imlemekteydi. Türkiye’nin son dönemi olan AKP iktidarıyla birlikte, Güneydoğu’da yeni bir burjuvazi inşa edilmekte ve bu muhafazakârlık, batı kapitalizmine eklemlenmiş ve geleneksel dini hassasiyetleri kullanmaktaydı. Bilindik isyanlarda kullanılan araçlar; sivil toplumun yeni liberal çizgideki yapısıyla örülmekteydi. AKP de bunu kullanarak, bölgesel hâkimiyeti yine aşiret nüfuz ve gücü üzerinden elde etmeye çalışmaktaydı. AKP “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğunu açıklanmasından sonra, 2008 yılında Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP) tekrar iştahla gündeme getirmişti. TUSKON, ASKON, MÜSİAD gibi yeşil sermayeyle birlikte AKP’li milletvekilleri Güneydoğu’ya hep birlikte ziyaretler yapmışlar, Çin sermayesinden, Arap sermayesine, Avrupa merkezli şirketlerden Amerikan çok uluslu şirketlerine kadar tüm neo-kapitalist aktörleri pastadan yararlanmaya davet etmekteydiler. Yerel seçimlere 6 – 7 ay kala bu ziyaretler, AKP’yi yerel seçimler için çalışmaya başladı kanısının dillendirilmesine neden olmuştu. Eş zamanlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığı; Said-i Kürdi‘ye atıflar yapmış ve Kuran Kurslarının yeni medreseler olarak, Güneydoğu’da işlev kazanacağını ifade etmiştir. Öyle ki Diyarbakır’da düzenlenen “Kuranlı, imamlı, Öcalan posterli miting, Kürt siyasal hareketinin, İslami ritüel, kurum ve unsurlara, Hizbullah, AKP ve Fethullahçılığın son iki yıldır Güneydoğu’da artan faaliyetleri nedeniyle göz yummak zorunda kaldığını gösteriyor[47]”du. Muhittin Eryılmaz adlı emekli bir imam, Diyarbakır’daki mitingde gövde gösterisi yapmış ve AKP’nin din merkezli stratejisinin yeni unsurlarından biri olarak tarihteki yerini almıştı. GAP’sa, “Büyük Ortadoğu Projesi‘nin önünü kesecek alternatif bölgesel işbirliği projesiydi. Batı emperyalizmi, GAP’ın önünü kesti. İşleri piyasaya havale ettirdi. Şimdi BOP’u uygulamaya[48]” çalışmaktaydı. GAP’ı engelleyen batı emperyalist kapitalist sistemi, AKP’nin ansızın devreye soktuğu GAP açılımının, aynı batı merkezli iradenin izini ve direktifinden bağımsız bir karar olarak değerlendirmek[49] olanaklı değildi. Sonuçta Türkiye’nin amacı oldukça belirgin bir biçimde açığa çıkıyordu: “Kuzey Irak’la siyasi ve iktisadi ilişkiler karşılığında Barzani’yi Ankara tarafına çekmek. İkinci adımıysa, Türkiye’de AKP eliyle, özellikle bölgede dinci hareketi körükleyerek Kürt kitlelerinde mevcut olan dine bağlılığı bir politik kaldıraç olarak kullanarak bölgeyi kendi yörüngesine sokmak[50].”

[1]Aydemir Güler, Yolları Birleştirmek, Yazılama Yayınları, 2. Baskı, Ocak – 2009, s. 14
[2]Ziya Gökalp, İçtimaiyat: Köy ve Şehir, Küçük Mecmua, Sayı: 33, Diyarbakır, çeviri yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Küçük Mecmua III, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i hukuk Yayınları, Şubat 2012, s. 178
[3]İsenbike Arıcanlı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yörük ve Aşiret Ayrımı, Boğaziçi Üniversitesi Dergisi, Beşeri Bilimler, Vol. 7 – 1979, Ayrı baskı – Reprint – Nu: 1047, Ss. 27 – 33
[4] Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran – 1992, İstanbul, Ss. 179 – 180.
[5]Ahmet Özer, Modernleşme ve Güneydoğu, İmge Yayınları, 1. Baskı, Mart 1998, Ankara, Ss. 145 – 147
[6]Cemal Avcı, İzmir Suikasti (Bir Sukiastin Perde Arkası), IQ Yayınları, Şubat – 2007, İstanbul, Ss. 54 – 55.
[7]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008,  s.41
[8]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, s. 35
[9]Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008, s. 91
[10]Ahmet Şerif, Anadolu’da Tanin, İstanbul, 1977, aktaran, Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, 7. Basım, Eylül – 2008,  Ss. 56 – 57
[11]Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Eylül – 2009, Ankara,  Ss. 258 – 260
[12]Feroz Ahmad, a.g.e,  Ss. 93 – 94
[13]Atakan Telatar, Türkiye’de Toprak Reformu, Nasıl, Sayı: 3, 2008, s. 118
[14]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, Ss. 60 – 62.
[15]Belma Akçura, Devletin Kürt Filmi 1925 – 2007 Kürt Raporları, Ayraç Yayınları, 1. Baskı, Nisan – 2008, s. 46
[16]Ziya Gökalp, Türklerle Kürtler, Küçük Mecmua, Sayı:1, Yıl:1, 5 Haziran 338, Çeviri Yazı: Prof. Dr. Şahin Filiz, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, Nisan – 2009,  Ss. 17 – 18
[17]Ziya Gökalp, Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Toker Yayınları, Sadeleştiren: Yalçın Toker, 2007 – İstanbul,  Ss. 46 – 51
[18]Rıza Zelyut, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği, Kripto Yayınları, Nisan – 2010, Ankara,  Ss. 213 – 214
[19]Osman Şahin, Özgürlük Hakkında, Aydınlık, 06.05.2011
[20]Yalçın Kaya, Bozkırdan Doğan Uygarlık Köy Enstitüleri “Antigone’den Mızraklı İlmihal’e”, Cilt 2, Tiglat Matbaacılık, I. Baskı İstanbul – 2001, s. 179
[21]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, Reform Bekleyen Topraklar, Toprak İktidar ve Su, USİAD, 1. Basım: Mayıs – 2009, Ss. 63 – 66
[22]Dursun Yıldız, Özdemir Özbay, a.g.e, s. 66
[23]Oya Köymen, Kapitalizm ve Köylülük Ağalar, Üretenler, Patronlar, Yordam Kitap, Kuram/İktisat Tarihi, İstanbul – 2008, s. 12
[24]Orhan Kurmuş, Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi, Yordam Kitap, İstanbul – 2008.
[25]Menaf Turan, Türkiye’de Kentsel Rant Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Kitabevi Yayınları, 1. Baskı, Aralık – 2009, Ankara, Ss. 178 – 179.
[26]Mustafa Sönmez, Sıkıldık Bu Fil Tepişmesinden.., Cumhuriyet, 20.04.2012
[27]Ahmet Özer, a.g.e, s.37
[28]Demirtaş Ceyhun, Ah, Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran – 1992, İstanbul, Ss. 179 – 180.
[29]Mehmet Faraç, Doğu Yakasında Yeni Bir Şey Yok, Dharma Yayınevi, 2. Baskı, Mart – 2006, İstanbul, Ss. 14 – 15.
[30]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 160 – 161
[31]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 132 – 133
[32]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 159 – 160
[33]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 163 – 165
[34]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 166 – 169
[35]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 179 – 180
[36]Rıza Zelyut, a.g.e,  Ss. 170 – 171
[37]Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması 1919 – 1925, içinde, Koçkiri Ayaklanması, Umag Vakfı Yayınları, 27. Baskı, Şubat 2008, Ankara, Ss. 21 – 25.
[38] Mim Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E. W. C. Noel’in Kürdistan Misyonu, Boğaziçi yay., İstanbul 1992. s. 69
[39] Martin v. Bruinessen, Agha, Shaikh and State The Social and Political Structures of Kurdistan, Zed Books, London 1992, p. 179
[40] Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II Mütareke Dönemi (1918–1922), s. 186–187
[41] Mustafa Onar, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları 1, Kültür Bakanlığı yay., Ankara 1995, s. 89
[42] Başbakanlık Osmanlı Arşivleri, Hariciye Nezaret, SYS. 2872/2, Belge No: 9-11, 17
[43]Salim Meriç, Kürt Entelektüelleri Bu Meseleyi De Tartışmalı, 01.10.2010, Odatv.com, 38 ve 42 arası dipnotlar Salim Meriç’in yazısı içinde yer almaktadır. Dikkat çekmesi ve kaynağa sadık kalmak açısından, ayrıca dipnot olarak gösterilmiştir.
[44]Rıza Zelyut, a.g.e,  s 180
[45]Uğur Mumcu, a.g.e, Ss. 59 – 60
[46]Emin Karaca, Ağrı Eteklerinde İsyan Bir Kürt Ayaklanmasının Anatomisi, Karakutu Yayınları, 3. Baskı, Temmuz 2003, s 177
[47]Mehmet Faraç, Marksist İmam Görevde, Cumhuriyet, 0.03.2009
[48]Erol Manisalı, GAP BOP’un Alternatifiydi, Cumhuriyet, 11.01.2008
[49]Nadim Macit, AB’nin Müritleri ve GAP, Yeniçağ, 30.05.2008, s.6
[50]Ertuğrul Kürkçü, AKP Sorunun Çözümünden Değil, Devamından Yana, Hakan Tahmaz’ın Söyleşisi, Birgün, 05.04.2008, s. 6

0 yorum :