17 Ağustos 2015 Pazartesi

Siyasî Kürtçülerin yıllardır tekrarladıkları bir yığın saçma iddialar sebebiyle, bugünkü Kürt gençleri de artık ciddi ciddi Misak-ı Milli sınırları içinde kalan toprakların, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun tarihen kendilerine ait olduğuna, fakat Türklerin sonradan gelip buraları işgal ettiklerine inanmakta ve eskiden zımnen gönderme yaptıkları hususu bugün açıkça söylemekte ve “topraklarımızı boşaltın” demektedirler. Daha da vahimi kaçak elektrik ve su kullanırken, vergi ödemezken kendilerini haklı görmektedirler.
Siyasî Kürtçülerin bir diğer iddiaları da, Malazgirt’te 10 bin Kürt Sultan Alpaslan’ın safında savaşmasalardı, bizim Anadolu’ya giremeyeceğimiz şeklindedir ve “Bizler size Anadolu’nun kapılarını açıp verdik!” demektedirler. Bu saçma iddia üzerinde başka bir yazımızda duracağız.
Siyasi Kürtçülerin ve yeni yetme Kürt gençlerinin ne söyledikleri, neye inandıkları bizi fazla ilgilendirmiyor, ama bu satırların yazılmasından güdülen asıl amaç, bu saçma iddialara inanan bizim tarih cahili halkımızı ve entelektüel kesimi uyarmaktır.
Kürt adı ilk defa VII. Yüzyıl ortalarında Hz. Ömer’in İran üzerine düzenlediği sefer zamanında tarih kitaplarında, örneğin Taberî’de, - geçmeye başlamıştır ve ondan öncesinde hiçbir kaynakta Kürt adına rastlanmamıştır. Taberî’de geçen Kürt kelimesinin de bir etnisiteyi ifade ettiği kesin değil. Çünkü McDowall, Kurtii kelimesinin Partlar ve Selevkuslarda “paralı okçulara” verilen bir isim olduğunu, etnik anlam içermediğini belirtmektedir.1 Belki de aynı kurtii kelimesi Sasanîler döneminde de bu şekilde kullanılmaya devam etmiş ve muhtemelen Taberî, abartı ve saçma efsanelerle doldurduğu eserinde bu ayrımı fark etmediği için kelimeyi Kürt şeklinde vermiştir. Eğer Taberî’nin kullandığı “Kürt” kelimesi kürtii’nin “d”li şekli değilse, o zaman Mesudî’nin Murûc ez-Zeheb adlı eserinde Kürtlerin aslının Arap olduğu, sonradan dillerini Farsçayla değiştirdikleri2 iddiası doğruluk kazanmaktadır. Yani “Kürt” adı doğrudan Kürt b. Mard b. Sasaa’nın adından gelmektedir ve Mesudî’nin Hz. Süleyman’ın ağzından “ukrudûhum ‘ale’l-cibâl” (onları dağlara sürün!) dedirterek kelimenin “kerede” kökünden geldiği3 ve dolayısıyla “sürgün” anlamı ifade ettiği şeklindeki kaydı da asla gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıda verdiğimiz cümle Arapçadır, hâlbuki Hz. Süleyman İbranice konuşurdu. Nitekim Şerefhan daha sonra “Kürt” kelimesinin bu anlamını beğenmemiş, “gurg” (kurt/ Gurgân da oradan gelir) kelimesini “Kürt”le karıştırarak kelimeye “cesur, güçlü” anlamı4 yüklemiştir ki, saçmalıktan başka bir şey değildir. Kürt kelimesinin anlamını bugün bizzat Kürtlerin kendileri de bilmemektedir. Yalnızca İbni Tagrıberdî’nin “en-Nücumu’z-Zahire” adlı eserinde Kürt’ün “kıllı” anlamında olduğu belirtilmektedir;5 ancak bunun da mahalli bir deyiş mi, yoksa genel bir anlam mı olduğu belli değil.
Kürt kelimesi “sürgün”, “kıllı” veya “paralı okçu” anlamında olsun veya olmasın, neticede VII. yüzyıldan itibaren değilse bile, daha sonraki yıllarda etnik bir tanımlama olarak kullanılmaya başlamıştır, ama bugünü Misak-ı Milli sınırları içinde değil, İran’da, Ahvaz’da ve Irak’ta.
Bir etnik topluluğun belli bir toprağı atayurdu veya ezeli yurt olarak takdim edebilmesi için, kendilerine veya atalarına ve hatta uzak atalarına ait bir takım izler göstermesi beklenir. Nitekim Kürt akl-ı evvellerinden M. İzady, bu durumdan yakınarak “.. en küçük halkların bile dünya müzelerinde sanat eserleri sergilenirken, Kürtlere ait hiçbir eserin, bir halı veya kilimin, hatta kırık bir ok ucunun bile yer almamasından” şikayet etmekteydi.6 Zavallı İzady! Kürtlere ve hayali atalarına ait bir sanat eseri yoksa, dünya milletleri müzelerinde olmayan şeyin neyini sergileyecekler? Demek ki, olmadığı için sergilemiyorlar! Hadi diyelim, Türkler, İranlılar ve Araplar, Kürtlerle olan siyasî problemleri sebebiyle müzelerinde kasıtlı olarak Kürt sanat eserlerini sergilemiyorlar. Ya peki Kürt meselesini sürekli kaşıyan Rusya, ABD, Fransa ve diğer batı ülkeleri de mi bu konuda söz birliği ettiler. Hayır! Aksine eğer Kürtlere ait bir sanat eseri yahut İzady’nin deyişiyle “kırık bir ok ucu” olmuş olsaydı, Batılı ülkeler bunu büyük bir zevkle müzelerinde sergilerlerlerdi.
Anadolu’nun muhtelif yerlerinde olduğu gibi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da da geçmişten günümüze kadar yetip gelen kitabeler, anıtlar, heykeller, köprüler, binalar vs.. vardır. Ama bunların hangi halklara ait oldukları tek tek bilimsel şekilde tespit edilmiştir. Bölgede Milat öncesi ve sonrasında yaşamış halkların hiçbirinin Kürtlerle bağları ikna edici delillerle tespit edilebilmiş değildir.7 Bir defa Kürtlerin ataları belli değildir, daha doğrusu yoktur; onlar, ister kabul etsinler, ister etmesinler, başka halkların etnik temas noktalarında oluşmuş uç topluluklardır ve Türkler de dahil bütün halkların ilk oluşum şekli böyledir. Bir halk, ancak etnogenez aşamalarını tamamladıktan, kendi devletini kurup, milli sınırlara sahip olduktan sonra tarih sahnesine “millet” olarak kaydedilir. Uç topluluklara, hibritlere ve kimeralara ise, “etnik gruplar” denilir. Araplarla Acemlerin yoğun etnik temasları Hz. Ömer dönemiyle birlikte başlar. Daha sonra etnik temasa Türkler de dahil olmuşlardır.
Fakat Kürtler, bir dönem dört elle sarıldıkları batılı ve Rus Kürdologların tezlerini dahi daha sonraları işlerine gelmediği için ellerinin tersiyle iterek, tamamıyla ters teoriler ortaya atıp kendilerini bunlara inandırmaya başladılar. Çünkü bir dönem sayısını 24’e kadar çıkardıkları ata sayısını,8 ciddi tenkitler karşısında peyderpey azaltarak on yedi, ona, beşe kadar düşürdüler, sonra da “Artık Medlerin [Madelerin] atamız olduğu kesinleşti!”9 demeye başladılar. Ama mücerret bir iddianın dışında hiçbir somut delil sunamadılar ve sunmaları da zaten mümkün değil. Medlerde karar kılmalarının sebebi, daha önce sahiplendikleri bazı halkların başka halklar tarafından sahiplenilmesi veya akademisyenlerin Kürt iddialarını çürütecek şekilde o halkların bugün yaşayan bazı küçük toplulukların ataları olduğunu ispat etmeleridir. Yoksa İzady’nin “geçmişte bu bölgede yaşamış ve etnik aidiyetleri kesinkes belirlenmemiş bütün halkları Kürt kabul ediyorum” demesiyle Kürtleri herhangi bir ataya yamamak gülünç bir şey olur.
Bir halkın veya etnik topluluğun tarihi başlangıcının tespiti kadar, o halkın şu anda üzerinde yaşadığı toprakların aslî sakini olup olmadığının ispatı için bazı nirengi noktalarının bulunması gerekir:
a) Yeknesak dilin varlığını kanıtlayan yazılı belgeler (kitabeler, edebi parçalar vs.);
b) Türeyiş efsaneleri ve bu efsanede yaşanılan vatanla ilgili işaretler;
c) Atalarla ilgili hafızalardan silinmeyen yazılı ve sözlü gelenekler, destanlar vs.;
d) Maddi ve manevi kültür yadigârları (o etnik topluluğa özgü günlük kullanım araçları, bunların nev-i şahsına münhasır şekilleri; sanat eserleri; dini sübje ve objeler (tapınaklar, tapınak mimarisi, dini âyin şekilleri, o halka özgü mezar ve defin şekilleri);
e) Belli bir coğrafya üzerinde kurulu, milli sınırları, bayrağı, ordusu, parası, kanunnameleri olan devlet;
f) Kendilerinden veya atalarından yazılı bir şey kalmamışsa bile, komşu halkların kitabelerinde, tarih kitaplarında o halkın etnik adından ve devletinden bahseden satırlar.10 Örneğin Hunlardan geriye bir tek satır dışında yazılı hiçbir metin kalmamıştır;11 ama Çin yıllıklarında Hunlarla ilgili bol miktarda bilgi vardır.
Kürtlerin yukarıda sayılan maddelerde belirtilen hususlardan hiçbirine sahip olmadıkları bilinmektedir. Bir kere tarihte bağımsız bir Kürt devleti hiçbir zaman olmamıştır. Dolayısıyla bir Kürt tarihi değil, ama Kürt aşiretleri tarihi yazılabilir.
Gelelim “bu topraklar tarihen bize aittir, siz gelip topraklarımızı işgal ettiniz” iddiasına; Kürtler bu iddiayı Araplara ve Acemlere karşı ileri sürebilirler, ama bugünkü Misak-ı Milli sınırları içinde Kürtlerin, Kürt adının ortaya çıktığı VII. yüzyıldan itibaren hiç bulunmadıkları üzerinde aşağıda durulacaktır. Bir etnik topluluk geçmişte veya günümüzde yaşadığı topraklarda kendine ait herhangi bir iz bırakmasa bile, bu, onun o topraklarda bulunmadığı anlamına gelmez. Örneğin batılıların dilleri dönmedikleri için Tuarek dedikleri Tavarıkların veya Berberîlerin bugün kısmen Libya’nın çöllük kesiminde, ama daha ziyade Büyük Sahara’da yaşarlar. Ne var ki, onların şu anda yaşadıkları topraklarda çakılmış bir çivileri olmadığı gibi, Mesudî’nin ve bazı coğrafyacıların kaydına göre ilk atayurtları olan Suriye’de12 de onlardan geriye kalan herhangi bir yadigâra rastlanmamıştır.
Kürtlere gelince, bu etnik öbeğin “dağlı” anlamında Kürt adıyla ortaya çıktığı tarihten itibaren hangi yüzyıllarda nerelerde yaşadıkları Arap ve Pers coğrafyacıları tarafından tek tek kayıt altına alınmıştır ve sözü edilen coğrafî parçalar arasında Misak-ı Milli sınırları içinde kalan hiçbir yer yoktur.
Kürtlerle ilgili ilk bilgileri veren tarihçi ve coğrafyacılar Taberî, Mesudî ve İstahrî’dir. Ebu’l Farac, Makdisi, el-Kerhî, Yakut Hamevî, İbn el-Esîr, el-Ömerî vd. daha sonraki kuşaktır. Örnegin eserini 940’larda yazan Mesudî Kürtlerin şu bölgelerde yaşadıklarını belirtmektedir: “Kürtlerin bir kolu Kûfe ve Basra’da yani Dinever ve Hemedan’daki Mahey bölgesindeki Şuhcanlardır. Onlar, Rabia b. Nizar b. Maad’ın soyundan olduklarını inkâr etmezler. Mucurdanlar ise Azerbaycan’ın Kenkever nahiyesindendirler. Hazbani, Şurat, Cibal ülkesinde yaşayan Şadencan, Lurri, Madencan, Mezdanekan, Barisan, Celali, Cabarki, Cavani, Müstekan, Şam bölgesindeki Debabil ve diğer aşiretler, en önde gelen kollarıdır ve Mudar b. Nizar’ın soyundandırlar. Curkanlar Hıristiyandır, Musıl ve Cudi dağı civarında yaşarlar.”13
İstahrî ve Mukaddesî (Makdisi)nin Kürtlerin yaşadıkları köy ve şehirleri, bölgeleri sayarken verdikleri Fars, Kirman, Sicistan, Horasan, Isfahan, Hemedan, Şehrizor, Derabad, Şamgan, Azerbaycan, Ermenistan, er-Ran, Baylakan vs. gibi yerleşim birimlerinin14 hiçbiri Türkiye Cumhuriyeti sınırları dâhilinde değildir. Hatta İstahrî, eserinin daha önceki sayfalarında açıkça Kürtlerden ve Kürt yerleşim bölgelerinden bahsetmesine rağmen, 191. sayfada “Azerbaycan, Ermenistan ve er-Ran’daki halkın dili Farsça ve Arapçadır” demektedir.15
Taberî, Erdeşir’in fethettiği yerler ve itaat altına aldığı hükümdarları tek tek saymasına rağmen, ne Kürtlerin yaşadığı bir topraktan, ne de bir Kürt hükümdarından söz eder. Buna karşılık Ermeni, Nabat, Arap vs. gibi halkların adlarını tek tek saymaktadır. Yazar, Sasanîlerle Araplar arasındaki çarpışmaları anlatırken de Kürtlerden söz etmez. Erdeşir oğlu Sabur oğlu Behram zamanında ise el-Cezire’de Rabia ve Mudar kabililerin yaşadığından söz eder.  Mesudî’nin daha sonra Kürtlerin ataları olarak zikredeceği Rabia ve Mudar oğulları bunlardır. Diğer yandan Taberî o çok ciltli eserinde yalnızca iki yerde Kürtlerden söz eder: Fars Kürtleri ve el-Ekrâdu’l yâkubiyye yani Hıristiyan Kürtler, Taberî’nin Fars Kürtleri dediği öbekler hakkında daha detaylı bilgiyi İbni Hordadbeh vermektedir. Ona göre Kürtler Fars bölgesinde dört sancakta (ram) yaşamaktadırlar. Kazvinî, İbnü’l Fakih, İdrisî, Yakut, İbni Kesir, İbnü’l Esir vs. tarihçi ve coğrafyacıların bilgi kaynağı İbni Hordadbeh, onun da bilgi kaynağı eseri günümüze yetip gelmeyen el-Ceyhanî’dir. El-Himyerî’nin Ravzu’l Mi’târ adlı eserinde Kürtlerin yaşadıkları yerlerle ilgili verdiği bilgiler de hemen hemen aynıdır ve Anadolu sınırları dâhilinde herhangi bir yer adı geçmez. Dünya coğrafyasını yedi iklim taksimatına göre anlatan el-Himyerî’nin Anadolu’nun güney ve doğu kesimlerini anlatırken diğer halklardan bahsetmesine rağmen Kürtlerden hiç söz etmemesi de altı çizilmesi gereken hususlardandır.16 Makrizî  de Kürtlerden söz eder ve “… ancak, onların tamamı Fars’ta oturmaktadır” der.17 Tacu’l Arûs adlı meşhur sözlükte ise Kürt maddesinde şöyle denilmektedir. “Onların toprakları Fars, Irak-ı Acem, Azerbaycan, Erbil ve Musıl’dadır.” El-Kazvinî de “Kelar, Taberistan şehirlerindendir. Orada Deylem Kürtleri yaşar” demekte ve Anadolu’da bir Kürt varlığından söz etmemektedir.18
Eserini nispeten daha geç dönemde yazan El-Bekrî’nin el-Mesâlik ve’l-Memâlik adlı kitabında Mesudî’deki bilgiler tekrar edildikten sonra şöyle denilmektedir: “Musul ile Cudi dağı civarında yaşayan Kürtler Yakubî mezhebine bağlı Hıristiyanlardır. Kürtlerin ana vatanları, Şam topraklarındaki Yehva ile Ceziretü’l Arap arasındaki bölgedir. Ebû Nasr el-Ceyhanî ve diğerleri de bu şekilde belirtirler.”19
Görüldüğü gibi XI. yüzyıldan önce yazılan coğrafya kitaplarında Kürtlerin Anadolu’da yaşadıklarına veya bu ülkenin aslî sakinleri olduklarına veya doğu ve güneydoğu Anadolu’da bulunduklarına dair herhangi bir kayıt yok.
Hamdanîlerin Deylemliler tarafından zayıflatılması üzerine X. yüzyılın ortalarında Diyarbakır’ın bir kısmını ve bazı çevre köyleri ele geçirerek küçük bir beylik kuran Mervanîlerin dar bir şeritteki zayıf hakimiyetleri ise ancak seksen yıl sürmüş, fakat Oğuzların saldırılarına dayanamış ve Selçukli hâkimiyetini kabul etmiş, daha sonra da tamamıyla ortadan kaldırılmıştır.
Meşhur Fransız coğrafyacı Vivien de St-Martin, iki ciltlik L’Asie Mineur (Anadolu) adlı eserinde Kürtlerden çok geç dönemlerde yani Anadolu’nun tamamıyla Türk hâkimiyetine geçtiği yıllarda söz eder.
Bildiğimiz kadarıyla XI. yüzyıldan öncesinde Kürtlerin Anadolu’daki varlıklarından bahseden herhangi bir Bizans kaynağı mevcut değildir. Olsaydı, zaten siyasî Kürtçüler çoktan onları belge olarak kullanırlardı. Belgeli tarih yazmak ve iddialar ileri sürmek, hayali vatan, hayali coğrafya ve hayalî atalar yaratmaya benzemez.
952-1136 yılları arasındaki olayları anlatan Urfalı Mateos Vakâyinâmesi’ne göre 973 yılında dahi Amed Arap emîri Hamdun’un hemşehrisi olan bir kadına ait idi.20 Demek ki 973 yılında dahi Amed Arapların elinde idi. Urfa da 1032 yılında Arapların hâkimiyetindeydi. Nitekim kocası Prens Udair’in Kürtler tarafından öldürülüp şehrin saldırıya uğraması üzerine prensin karısı siyah bir bayrak kaldırarak Arap milleti içinde bir yaygara koparmış ve “Kürtler gelip Arapların baba yurdu olan şehri zapt ettiler ve kocam Prens Udair’i öldürdüler” diye haykırmıştır.21 Prens Udair’in hanımının feryadına dikkat ediniz: “Kürtler gelip Arapların baba yurdu olan şehri zapt ettiler!” Bu basit cümle dahi, Kürtlerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun kalubeladan beri yerli sakinleri olmadığının en önemli delillerdendir.
Demek ki, Kürtler Anadolu’nun aslî sakinleri olmadıkları gibi, X. yüzyılın sonlarında ve hatta XI. yüzyılın başlarında dahi Güney Doğu Anadolu ağırlıklı olarak Arapların hâkimiyetindeydi ve Türkler gelip de Kürtlerin yurtlarını işgal etmiş değillerdir.
Toparlayacak olursak, Kürtler Türkiye’de bir yandan Osmanlı padişahlarının uzak görüş sahibi olmamaları, diğer yandan mezhep belası sebebiyle Türkiye’de özellikle İran’dan taşıdıkları kiracılardır. Irak ve Suriye’deki Türkler nasıl şu anda yaşadıkları toprakların ezeli yurtları olduğunu iddia edemezlerse, Kürtler de bu toprakların ezelî sahipleri olduklarını iddia etme hakkına sahip değildirler. Merhum Zeki Velidi Togan bundan seksen doksan yıl önce, Sibirya ve Rusya sınırları dâhilindeki küçük Türk öbeklerini Türkistan’da toplayarak, onların ezilmesine seyirci kalmamayı teklif etmişti. Bu bağlamda biz de Irak ve Suriye’deki Türkleri Türkiye’ye getirerek Kürtleri Irak ve İran’a, geldikleri asıl vatanlarına göndermeyi ciddi olarak gündeme taşımak zorundayız. Çünkü sürekli Türk’ün aleyhine gelişen bu zoraki ve sevimsiz kardeşliğe bir son vermek, Türklerin menfaatinedir.
Dipnotlar
1. David McDowall, Modern Kürt Tarihi, s. 31.
2. Mesudi, Murûc ez-Zeheb, s.b 294-295.
3. Age., s. 295.
4. Şerefnâme, s. 19, 22.
5. İbni Tagrıberdi, en-Nücumu’z-Zahire, 15/71: “Atabek İnal, Melik Mansûr’un ıstabl-ı sultanîden Kasru’l Eblak’a geçtiğini görünce Kürt [kıllı] lâkablı Emîr Çeribaş el-Muhammedî’ye Babu’s-Silsile’ye çıkıp ıstabılı tutmasını emretti.” Hâlbuki bu Çeribaş, Kürt kökenli değil, Kıpçak asıllıdır ve burada “Kürt” kıllı anlamında lâkap olarak kullanılmıştır.
6. İzady, Kürtler, s. 13.
7. Nitekim M. İzady
8. Örneğin Kürt akl-ı evvellerinden M. İzady
9. Naci Kutlay, Kürtler, s. 18-19.
10. D. Ahsen Batur, Kürdoloji Yalanları, s. 128.
11. Aristov, N. A. Trudı po etniçeskix sostav tyurkskix plemeni.
12. Mesudi, Muruc, 293.
13. age., s. 130.
14. İstahrî, Mesâlik el-Memâlik, de Goege neşri, Lugduni-Batavorum, 1927, s. 87, 99, 103, 114, 115, 135, 200; Mukaddesî, Ahsenü’t-Tekâsim, Beyrut, 2003, s. 316, 339, 360, 376; Minorsky, Les Orgines des Kurdes. Türkçe çevirisi, s. 20.
15. İstahrî, age., s. 191.
16. Batur, Kürdoloji Yalanları, s. 350.
17. Makrizî, es-Sülûk, C. I, cüz. I, s. 3)
18. Kazvinî, Asâru’l Bilâd, s. 494.
19. El-Bekrî, el-Mesâlik ve’l-Memâlik, I/262.
20. Urfalı Mateos Vakâyinâmesi, s.23.
21. Aynı yerde.

0 yorum :