14 Nisan 2015 Salı


A. Osmanlı Devleti Döneminde Çıkan Ayaklanmalar

1. Patrona Halil İsyanı

2. Kabakçı Mustafa İsyanı

3. 31 Mart Ayaklanması

- 31 Mart Vakası (Star Gazetesi - 30 Mart 2003)

B. Cumhuriyet Döneminde Çıkan Ayaklanmalar

1. Şeyh Eşref Ayaklanması

2. 1 nci Düzce Ayaklanması

3. Şeyh Sait Ayaklanması

4. Menemen (Kubilay) Olayı

Patrona Halil İsyanı (29 Eylül - 11 Ekim 1730)
İrticaî anlamdaki ilk ayaklanma olaylarından biri Sultan III ncü Ahmet zamanında (29 Eylül - 11 Ekim 1730) meydana gelen Patrona Halil İsyanıdır. Arnavut asıllı ve yeniçeri olan Patrona Halil ve yandaşları; 29 Eylül 1730 tarihinde Sultan Bayezit Camii'nin Kaşıkçılar kapısı tarafında ellerinde yalın kılıç olduğu halde bayrak açıp, üç- dört koldan hareketle "Şer ile davamız vardır; ümmet-i Muhammet'ten olanlar dükkânlarını kapatıp bayrak altına gelsin..." diye bağırarak halkı ayaklandırmışlardı.

Ayaklanan bu asiler askerî kışlaları da basarak silâhlarına el koymuşlardır. Asiler bu ayaklanma sırasında üç veziri boğdurmuşlar; Sultan III ncü Ahmet'i de tahttan indirmişlerdi. Sultan III ncü Ahmet'in yerine padişah olan l nci Sultan Mahmut, hükümet otoritesini yeniden tesis etmek, devletin huzur ve asayişini sağlamak için Patrona Halil ve yandaşlarını bir tertip sonucu öldürtmüştür.

Kabakçı Mustafa İsyanı (1808)
Sultan III ncü Selim tarafından batıya dönük özellikle orduda yapılmak istenen ıslahat hareketlerine ve yeniliklere karşı 1808 yılında gerici güçlerin kışkırtması ve girişimleri ile Kabakçı Mustafa İsyanı meydana gelmişti. Bu isyan Osmanlı Devleti'ni çok zor durumda bırakmış; ayrıca, Sultan III ncü Selim'in tahttan indirilmesi ve daha sonra da şehit edilmesi ile sonuçlanmıştır. Aradan belli bir süre geçtikten sonra ayaklanmanın lideri Kabakçı Mustafa ile ayaklanmaya ön ayak olan Köse Mustafa Paşa, 300 yandaşı ile birlikte Sadrazam Alemdar Mustafa Paşa tarafından idam edilmişlerdir.

31 Mart Ayaklanması (13 Nisan 1909)
İstanbul'da İngiliz yanlısı Sadrazam Kâmil Paşa'nın da desteği ile gerici ve dine
dayanan Volkan gazetesini çıkaran, 6 Şubat 1909 tarihinde de "İttihad-ı Muhammedi” cemiyetini kuran Kıbrıs doğumlu "Derviş Vahdeti"; gerek gazetesinde gerekse kurduğu cemiyetin programında Kuranıkerim ve şeriat hükümlerinin yürürlüğe gireceğini belirtmekte; ayrıca, Avrupa'da eğitim gördükten sonra yurda dönen batı ve modern düşünceli subaylara ve İttihat Terakki Partisi'ne karşı halkı ve askerleri ayaklandırmaya çalışmaktaydı.
Söz konusu cemiyet, ayaklanmadan önce 20.000 kişilik bir kalabalıkla birlikte yeşil bayraklarla Ayasofya Camii önünde toplanmış ve "...şeriat emirleri ve Tanrı hükümleri bir tarafa bırakıldı. Din ve diyanet hâlâ ayaklar altında kalacak mı?..." gibi söylemlerle cahil halkı tahrik etmeye çalışmıştır. Nihayet, 31 Mart (Rûmi tarihle1325, Milâdî tarihle 13 Nisan 1909) gününün sabahı İstanbul'da Taşkışla'daki 4 ncü Avcı Taburu ayaklanmış, subayları yakalayıp hapsettikten sonra çavuş ve onbaşıların komutasında Ayasofya Camii'ne gelmişler ve yolda "şeriat isteriz" diye bağırmışlardır.

Bu ayaklanmaya İstanbul'daki bazı birliklerle beraber sarıklı ve cübbeli hocalar ve bir kısım cahil halk da katılmıştır.

Asiler, kabinenin çekilmesini, II nci Tümen Komutanı Cevdet Paşa ile Hassa Ordusu Komutanı Musa Paşa'nın görevden alınmasını, ayrıca şeriat hükümlerinin kesin olarak uygulanmasını istiyorlardı. Ayaklanmanın ilk günü Lazkiye Mebusu Arslan Bey ile Adliye Nazırı Nazım Paşa öldürüldü. Ayrıca, ele geçirilen genç subaylar da kurşuna dizildi. Yıldız Kışlası subaylarından altısı kışlanın mutfağı önünde boğazlandı. Ayrıca, Asar-ı Şevket zırhlısı Kaptanı Deniz Binbaşısı Ali Kabuli ise gemisinin erleri tarafından Yıldız Sarayı'na götürülüp Padişah Abdülhamit'in gözleri önünde şehit edildi. Gericilerin İstanbul'daki ayaklanmaları Bursa, Erzincan, Erzurum ve Adana vilayetlerine de sıçramıştı. Ayaklanmanın ikinci günü Bursa'da hocalar ve şeyhlerle birlikte binlerce insan ellerinde yeşil bayraklarla telgrafhane önünde toplanarak İstanbul'daki isyancıları desteklediklerine dair İttihad-ı Muhammediye Cemiyetine ve Kıbrıslı Derviş Vahdetî'ye telgraf çekmişlerdi.

Sonuçta ayaklanmayı bastırmak üzere Mahmut Şevket Paşa komutasında
oluşturulan ve komutanlığını Hüseyin Hüsnü Paşa, kurmay başkanlığını ise kolağası (Yzb.) Mustafa Kemal (ATATÜRK)'in yaptığı Hareket Ordusu 14 Nisan 1909 tarihinde Selanik'ten İstanbul'a hareket ederek Yeşilköy'e gelmişti. Asilerin lideri eski Trablusgarp valisi Arnavut asıllı İngiliz dostu İsmail Kemal, İstanbul'daki İngiliz elçiliğine sığınmış, İngiliz bayrağı taşıyan bir vapurla Yunanistan'a kaçmıştı. 23 Nisan 1909'da Hareket Ordusu, Sirkeci, Aksaray, Edirnekapı ve Beyoğlu olmak üzere dört kol halinde İstanbul'a girdi. İsyancıların merkezi haline gelen Taksim Kışlası ile Selimiye ve Yıldız kışlalarındaki asiler etkisiz hale getirilmiş ve böylece halkın ve devletin bekasını ilgilendiren önemli bir ayaklanma olayı bastırılmıştı.

Osmanlı Padişahı Sultan II nci Abdülhamit, bu olaylardan sonra Millet Meclisince
tahttan indirilmiş; yerine 27 Nisan 1909 tarihinde Sultan V nci Mehmet (Reşat)
getirilmiştir. Ayrıca, Osmanlı Harp Divanı, 31 Mart ayaklanmasında suçlu gördüğü 49 kişiyi asmak suretiyle idam etmiştir, idam edilenlerin içinde ayaklanmanın elebaşılarından, irticaî yayın yaparak halkı isyana teşvik eden Volkan Gazetesi sahibi Derviş Vahdetî de bulunuyordu.

31 Mart vakası

31 Mart ayaklanması, geleneksel Osmanlı halk ayaklanmalarının son örneğiydi; bu isyanların amaçları ve müttefikleri hiç değişmedi.

Bugünse varoşların eğitimsiz, işsiz, asosyal kitleleri ile tarikat bağlantılı sözde din adamlarından oluşan yeni ittifakın amacı aynı, fakat araç farklı: Artık amaçlarına seçim sandığı aracılığıyla ulaşmayı öğrendiler...

Yanlış bilinen tarihi gibi, 94 yıl önce İstanbul'u kasıp kavurduğu 11 gün boyunca
yaşanan olayları ve nedenleriyle çeşitli ve genellikle eksik, yanlış, çarpıtılmış
yorumlara konu olan 31 Mart Olayı, muhalefetin demokratik bir gövde gösterisi olarak başladı, ama siyasal deneyimsizlik sonucu esnaf, suhte ve askerlerden oluşan kitlenin irticai başkaldırısına dönüştü.

31 Mart 1325 (bugün kullandığımız takvime göre 13 Nisan 1909) sabahı erken
saatlerde İstanbullular sokaklardan akın akın geçen askerlerin haykırışlarıyla
uyandılar. O güne dek Hürriyet Bekçileri (Nigehban-ı Hürriyet) adıyla tanıtılan Selanik 4. Avcı Taburu askerleri sokakları doldurmuştu. Alaturka saat 7'de (gece yarısı) subaylarını bağlayan er ve erbaşlar, Arnavut Hamdi Çavuş önderliğinde, isyan sarhoşluğuyla haykırıp ateş ederek Meclis'in bulunduğu Sultanahmet Meydanı'na doğru akıyordu.

'Yaşasın asker!', 'Şeriat isteriz' çığlıkları ile bölünen derin bir uğultu meydanı sarmıştı.

Sarı elbiseli avcı askerlerinin süngüleri ışıldıyor, ellerindeki beyaz yeşil bayraklar
sabah serinliğinde dalgalanıyordu. Alaturka saat 5'te (12.45) meydan hareketlendi; boru sesleri arasında ellerinde yeşil bayraklarla tekbir getirerek Divanyolu'ndan gelen kalabalık bir grup fark edildi. Meydan bir anda 'papatya tarlasına' dönüştü: Gelenler, medrese talebeleri (suhte), cami hocaları, vaizlerden oluşan alt düzey ulemaydı.

İşte 31 Mart Olayı adıyla tarihimize geçen kanlı ayaklanma böyle başladı.
Ayaklanmanın ilk gününde 20'ye yakın mektepli zabit katledildiği gibi, Tanin ve Şurayı Ümmet gazetelerinin matbaası basıldı, makineleri parçalandı. Adliye Nazırı Nazım Paşa ile Lazkıye mebusu Emir Arslan Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin (İ.T.) ileri gelenleri sanılarak 'yanlışlıkla' öldürüldü. Dükkanlar yağmalandı, başıbozuk askerin tüfekleriyle sağa sola ateş etmesi sonucu kazara yaralananlar, ölenler öldü.

Kısacası İstanbul, isyancıların egemenliği altında kaldığı 11 gün boyunca, geçmiş
yüzyılların kazan kaldıran Yeniçerileri'nin günlerine benzeyen olaylara sahne oldu.

Geleneksel Osmanlı halk ayaklanmalarının son örneği olan 31 Mart isyanını,
Makedonya'daki İ.T. yanlısı gönüllü sivil ve askeri güçlerin oluşturduğu Hareket
Ordusu bastırdı. İlan edilen sıkıyönetimi izleyen Divan-ı Harp yargılamaları sonucu pek çok askerle birlikte ulemadan, Volkan gazetesi yazarları Derviş Vahdeti ile Enderunlu Lütfi de asıldı.

31 Mart isyanının nedenleri

Asilerin ilk başta meclisin önünde toplanarak dileklerini mebuslara aktarmak
istemeleri, olayın meşrutiyetçi demokratik boyutunu gösterir. Serbesti, Zaman, İkdam gazetelerinde, asker ve din adamlarının Kanun-u Esasi'ye bağlı olduklarının sık sık dile getirilmesi de bir başka ipucudur. Peki ama, demokratik bir gövde gösterisi nasıl olup da bir 'irtica' olayına dönüşmüştü?

Bunun için biraz daha geriye, isyandan tam 8 ay 21 gün önce (10 Temmuz 1324/23 Temmuz 1908) ilan edilen Meşrutiyet'in günlük yaşamda yarattığı değişikliklere göz atmak ve bunların siyasal ve toplumsal bağlamdaki gelişmelerdeki yansımalarını değerlendirmek gerekiyor.

1. Günlük yaşamın değişmesi

Meşrutiyetin ilanını İstanbullular'ın dinmek bilmez sevinçlerini ifade ettikleri sonu
gelmez gösteriler izledi. Hürriyet kahramanları Niyazi, Enver ve Eyüp Sabri'nin
fotoğrafları elden ele geziyor, adlarına şarkılar besteleniyor, kartpostallar
bastırılıyordu.

Hürriyeti herkes kendine göre anlıyordu: Meşrutiyeti herkesin istediğini yapma
özgürlüğü olarak kabul edip işlerine gitmeyenler bile vardı. Öyle ki, sonunda İ.T.
'herkesin işinin gücünün başına dönmesi gerektiğine' dair birkaç bildiri yayınlamak zorunda kaldı.

Meşrutiyet'in ilanından sonra onlarca yeni gazete ve dergi kuruldu; bu gazete ve
dergilerde kadınlar da yazmaya başladı. Kadınların sesi siyasal yaşamın içinde de duyuluyordu. Yaşam değişmişti; farklı siyasal olaylara tepki olarak boykotlar, bağış kampanyaları, balolar düzenleniyor toplantılar yapılıyordu.

2. Siyasal muhalefetin doğuşu

2 Eylül'de İstanbul'a dönen Prens Sabahaddin ve taraftarları İ.T.'den bekledikleri
yakınlığı göremeyince bir muhalefet partisi kurdular. 17 Eylül 1908'de kurulan bu
partinin adı Ahrar (Hürler, Liberaller) Fırkası idi. Ahrar, 31 Mart'a dek birbirlerinden çok farklı muhalif grupları bir araya toplayan siyasal bir şemsiyeye dönüştü.

Geleneksel güç odakları olan Saray (Abdülhamid) ile heyet-i vükelanın yanı sıra,
siyasal yaşamın yeni unsurları olarak İ.T. ve Ahrar da karşı uçlarda yerlerini aldılar.

Çoğunlukla genç subay ve küçük memurlardan oluşan İ.T., Meşrutiyet'in ilanından sonra hemen iktidara gelemeyip hükümeti denetlemekle yetindi. Bu ortamda gerçekleştirilen seçimlerde (Kasım 1908), İ.T.'nin listesindeki adayların hemen hepsi meclise girdi. Ama bunların çoğu İ.T.'li değil, sadece istibdada karşı olmalarıyla tanınan kişiler olduğundan, İ.T. 17 Aralık 1908'de açılan Meclis-i Mebusan'da kendi mebuslarına söz geçiremeyince baskıya başvurdu. Bu, muhalefeti daha da şiddetlendirdi; muhalefetten Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi'nin öldürülmesi siyasal gerginliği alabildiğine tırmandırdı.

3. Dış bunalım

Meşrutiyetin ilanını izleyen Ekim ayında, yüzlerce yıldır Osmanlı egemenliğindeki
bazı Avrupa topraklarından siyasal statüleri hızla değişti. Abdülhamid'in böl ve yönet siyasası doğrultusunda, çeşitli Avrupa devletleriyle yürüttüğü denge politikasının sonucu özerk siyasal birimler, yani eyalet-i mümtaze olarak Osmanlı devleti çatısı altında yaşayan Bulgaristan Prensliği, Bosna-Hersek ve Girit vilayetleri, Meşrutiyetten sonra art arda koptu. Bulgaristan bağımsız krallığa dönüşürken Bosna-Hersek Avusturya'ya, Girit ise Yunanistan'a iltihakını ilan etti. Bu olaylar özellikle Avusturya'ya karşı milliyetçi bir nefret doğdu. Avusturya mallarına boykot ilan edildi.

Dış bunalımın en önemli sonucu, İttihatçıların zannettiği gibi tek başına Kanun-u
Esasi'nin devleti kurtaramayacağının anlaşılması ve halkın gözünde İ.T.'nin itibarını düşürmesiydi.

4. Yeni rejimin reformları

Ordudaki değişiklikler: Yeni rejimin ordudaki ilk reformlarından biri, zamanın
gerekleriyle bağdaşmayan askeri sistemde gerçekleşti: Prusya tipi disiplinin
uygulanmaya başlaması sonucu, eğitim sırasında namaz, abdest gibi askerin
devamlılığını engelleyen dinsel ritüeller olabildiğince azaltıldı. Bu uygulama asker
içinde grev hareketlerine yol açtı. Ne ki, er ve erbaş grevleri, İ.T. yanlısı mektepli zabitlerce şiddetle bastırıldı. Askeri sistemde bir başka önemli reform da, erbaşların zabit olma yolunun kapatılmasıydı.

Ulema ile ilgili değişimler: Ulemanın yeni rejimden hoşnutsuzluk nedenleri de,
modernizasyon süreci içinde yönetici sınıf içindeki imtiyazlı konumlarına indirilen son darbeydi. Aslında bu bir asırdır devam eden bir süreçti. İ.T., İslam dinini devleti kemiren doymaz bir kurt olarak gördüğünden, yeni rejimde ulemaya bir rol vermeyi asla düşünmedi. Medreseleri asker kaçağı yuvası olarak gördüğü için, yüzlerce yıldır askerlikten muaf tutulan medrese talebelerinden başarısız olanların askere alınacağını açıkladı.

Böylece ulema, İ.T. iktidarına karşı olan liberallerce kurulan Ahrar'a katıldı. Bu
ittifakın en kesin kanıtlarına Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesinde rastlanır. Bu
gazete 31 Mart'a çok yakın bir tarihte kurulan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti'nin de sözcülüğünü üstlenecekti.

Osmanlı halk ayaklanmaları

Osmanlı toplumu klasik çağ boyunca, çerçevesini devletin çizdiği bir İslam
paradigmasıyla yaşamını sürdürürken tam bir uyum içindeydi. Yaşam, şeriat ve örf (kanunlar) doğrultusunda toplumun her kesimi için bildik bir ırmakta akıyordu. Bu toplumun için ulema-asker bürokrasisi, halk ve 'tebasının babası' olarak 'Padişah'ın sahip olduğu güç, dengeli bir dağılım gösteriyordu. Ulema, devlet ile halk arasında 'aracı' grup olarak, 'patrimonyal bürokrasi' adı verilen bu sistemin en önemli toplumsal katmanıydı.

Gel gelelim, devletin Batılılaşmak zorunda kalması tüm bu dengeleri bozdu. Devletin buna karar vermesi, halkın da kaçınılmaz olarak Batılılaşmayı kabul etmesini getirmedi. Hele 'adil olmayan yöneticiye başkaldırma' hakkını veren İslam dinine bağlı kitlelerce hiç. Böylece yaşamın bildikleri akışının ellerinden kayıp gideceği kaygısına kapılan geleneksel katmanlar ile 'Batı taklitçisi züppeler' olarak gördükleri oluşan yönetici sınıf arasında, bir daha hiç kapanmayacak bir uçurum açıldı.

Sonuç olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nda modernizasyon süreci, yapılan reformlar ile bunların yarattığı tepkilerin getirdiği isyanların tarihine dönüştü: III. Ahmed'in Lale Devri'ne karşı Patrona Halil (1730), III. Selim'in Nizam-ı Cedid'ine karşı Kabakçı Mustafa (1807), Abdülmecid'in Islahat Fermanı'na karşı Kuleli Olayı (1859), Kırım savaşı ardından birbirini izleyen ekonomik ve diplomatik krizlere karşı 1876'daki suhte ayaklanmaları.

Bu isyanların ortak özellikleri, hepsinin İstanbul'da meydana gelmesidir. Hepsinde müttefikler hemen hemen aynıdır: Yeniçeriler (sonradan er ve erbaşlar), esnaf, ulema ve orta sınıfın alt düzeyi kent sakinleri. Ülkedeki siyasal ve ekonomik hoşnutsuzluğa ne zaman bir de dış bunalım eşlik etse, ayaklanma koşulları tamamlanmış oluyordu.

İstanbul'daki geleneksel halk ayaklanmaları sırasında, modernleşmeci devlet örgütü adeta donar; bu 1730'da nasılsa, 1909'da da aynen olmuştu. Batıcı aydınlara kaçacak delik aratan, devlet otoritesini tümüyle işlevsizleştiren mekanizma aynen işler. Ayaklananlar şeriat bayrağına laf olsun diye ya da 'mürteci' olduklarından sarılmaz. Şeriat içi boş bir slogan değil, ayaklanan kitlelerin yaşam felsefesi, yaşam alanlarının bekçisidir. İslam dinine göre, müminlerin baskıcı yönetime başkaldırma hakkı vardır. Huruc denilen bu mekanizma, inananların yalnız hakkı değil, görevidir de. Mümin, İslam'ı yüceltmek için başka çaresi kalmadığında başkaldıracaktır. Çünkü İslami gelenek ve ilkelerin devamını sağlamak her Müslüman'ın bireysel görevidir.
Batılılaşma süreci devlet ile halk arasında bir uçurum açmıştı. Devletin görevi bu iki grup arasındaki uçurumu, eğitsel, siyasal ve toplumsal araçlarla derhal kapatmaya çalışmak olmalıydı. Aslında, geleneksel kesimin devletle mecburen ilişkide bulunan katmanlarında bunu başardı da. Bunlar orduya aldığı asker, mahkemelerde, mekteplerde, camilerde görev yapan alt düzey ulema idi. Nitekim, 31 Mart'ta bu gruplar hiç değilse başlangıçta, Batılılaşmayla doğan yeni iletişim kanallarını (gazetelere şikayet mektupları yazmak, cemiyet kurmak, imza toplamak vb. yollarla protesto gösterilerinde demokratik çerçeveyi korumak) kullandılar. Devletle doğrudan bağı olmayan halk kesimleri ise bu araçları bilmiyordu. Ama gündelik yaşamın çehresindeki değişimlerden de hoşnut değillerdi. O halde, geleneksel-İslami yaşam alanlarını korumak için yapabilecekleri tek şey vardı: İsyan.

'İ.T.'nin despotizmine karşı muhalefetin hazırladığı bir gövde gösterisi' olarak
başlayan 31 Mart, işte bu mekanizmalarla 'irtica'a dönüştü. 18. yüzyıldan itibaren
isyanların ana temasını oluşturan 'nehy an-il-münker'in (şeriatin yasakladıklarını
yaptırmamak), 1909'da hala kullanılması, şaşırtıcı bir anakronizme benzese bile,
aslında günümüzde de kullanılıyor: Türban, faiz, organ bağışı, vb meselelerde İslami değerlerden oluşan bir yaşam alanı yaratmak ve yeni siyasal muhalefet söylemler oluşturmakta hala etkili. Cumhuriyet'in ilanından 80 yıl sonra değişen ise, geleneksel Osmanlı ayaklanmalarının 'çağdaş' unsurlarının artık demokratik süreçleri öğrenmiş ve 'Şeriatin yücelmesini' bugün artık seçim sandığı aracılığıyla gerçekleştiriyor olması...

Şeyh Eşref Ayaklanması (26 Ekim - 24 Aralık 1919)
Millî mücadelemizin başladığı ilk yıllarda Bayburt ilçesi Hart nahiyesinde 26 Ekim - 24 Aralık 1919 tarihlerinde Şeyh Eşref ismindeki bir gericinin liderliğinde millî birlik ve mücadelemizi sarsacak nitelikte gerici hareketler başlatılmıştı. Şeyh Eşref yaptığı propagandada ahir zaman peygamberi (mehdî) olduğunu ve kendisine kurşun işlemediğini iddia etmişti. 7 Aynı ifadeleri 23 Aralık 1930 tarihinde meydana gelen Menemen olaylarında Mehdî Derviş Mehmet de kullanmıştı. Şeyh Eşref, "şeriat perdesi" arkasında cahil halkı kandırarak ayaklandırmış ve Türk vatanını parçalamaya kalkan hain emellerin aleti olmuştu. Ayaklanma sırasında 28 nci Alay'dan 50 kişilik bir müfreze tedbirsizlikten dolayı Şeyh Eşrefin adamlarına esir düşmüş, Alay Komutanı Bnb. Nuri de şehit olmuştu.8 Bu arada gericilere esir düşen subaylara - "kâfir" kabul edilerek -imanlarının yenilettirilmesi amacıyla günlerce ibadet ve zikir yaptırılmıştı. Sonuçta millî müfrezelerimizin gayretleriyle Şeyh Eşref ve müritleri 24 Aralık 1919 tarihinde etkisiz hale getirilmişlerdi. Bu olaylarda iki er şehit olmuş ve üçü subay toplam 44 kişi yaralanmıştı.

1 nci Düzce Ayaklanması (13 Nisan - 31 Mayıs 1920)

İzmit - Adapazarı - Düzce - Bolu civarında, Berzak Saferbey adında bir gericinin
teşviki ve İngilizlerin desteği ile 13 Nisan - 31 Mayıs 1920 tarihleri arasında 1 nci
Düzce ayaklanması meydana gelmişti. Olaya Mustafa Kemal Paşa (ATATÜRK)'nın
direktifi ile müdahale eden 24 ncü Tümen Komutanı Yb. Mahmut, iyi niyeti ve
tedbirsizliğinden dolayı asilere karşı başarılı olamamış, çıkan çatışmada şehit
olmuştu. Ayrıca, asiler ve köylüler Tümen'in gerisinde bulunan ağırlıklara saldırarak yağmalamışlardı. Ayaklanmaya katılan irticaî grup "...İstanbul ve padişahın emirlerini dinlemeyen Ankara'yı biz de dinlemeyiz..." şeklinde sloganlar kullanmışlardı. Ayrıca, Bolu'da Abdülkadir adındaki genç bir subayı (Menemen'deki Kubilay gibi) önce bıçakla ağır yaralayıp sonra iple astıktan sonra "...işte Şeyhülislâm fetvasının hükmü yerine geldi..." diye bağırmışlardı.
Ayaklanmanın bastırılmasında millî kuvvetlere komuta eden Bnb. Çolak İbrahim ile Kuvayi Tedibiye komutanı Yb. Arif (KARAKEÇİLİ)'in önemli katkıları olmuştu. Bu sırada TBMM açılmış ve 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye kanunu
yürürlüğe girmişti. Ayaklanma genişleme istidadı göstermiş ve Ankara'yı tehdit eder bir hâl almıştı. Mustafa Kemal Paşa, Geyve'deki Ali Fuat Paşa'nın olaya el koymasını istemişti. Aslında asileri sevk ve idare eden Sadrazam Damat Ferit ve onun adamları idi. 23 Mayıs 1920 tarihinden itibaren de Alb. Refet (Bele) ile Çerkez Ethem Kuvvetleri asilerle yaptığı çetin muharebelerden sonra bu önemli ayaklanmayı bastırmışlar ve sonuçta isyancıların elebaşısı Berzak Safer Bey ve adamları millî kuvvetlerimiz tarafından hak ettikleri cezaya çarptırılmışlardır.

Şeyh Sait Ayaklanması (13 Şubat - 31 Mayıs 1925)
Şeyh Sait Ayaklanması İslami Kürt Devleti kurmak amacıyla Şeyh Sait adında bir asinin liderliğinde 13 ŞUBAT 1925 tarihinde Diyarbakır'ın Dicle (Piran) ilçesinde başlatılmış, Diyarbakır, Bingöl (Çapakçur), Elazığ ve Muş'un ilçe ve köylerine sirayet etmiştir. Asilerle ordu birlikleri arasında yapılan çetin ve kanlı çatışmalardan sonra ayaklanma 31 MAYIS 1925 tarihinde bastırılmıştır. Ayaklanmanın sebeplerinden önemli oldukları değerlendirilenler aşağıda sunulmuştur:

Şeyh Sait, üzerinde ele geçirilen ve bölgedeki ağa, şeyh ve beylere hitap eden
mektubunda özetle: "...1300 küsur seneden beri İslâm dinine tabiyiz. Hz. Muhammed bu dinin elçisidir. Şimdi bu Kur'an ve İslâmî yıkmaya başladılar. Eğer biz iman sahibi ve Allanın birliğine inananlar İslâm'da birlik olamazsak, cümlemiz behemehal mahv ve yok olacağız. Tüfeklerle beraber kurtuluş yolunu bulunuz..." ifadelerini kullanmıştır.

Şeyh Sait'in asi liderlerine yazdığı diğer mektupta da özetle "...Hükümetin dinsizliği, dine ait vakıfların, medreselerin, şeyhliğin kaldırılması, fuhuş ve zinanın artması, kadınların ecnebilerle dans etmesi..." gibi ifadelerle yöre insanlarına, Cumhuriyet Hükümeti'ne karşı kin ve nefret duygularını aşılamak istemiştir.

Gnkur. Bşk.lığının birliklere yayımladığı 28 Şubat 1925 tarihli yazısında da belirttiği gibi, ayaklanmanın gaye ve hedefi; din ve şeriat talebi, hilâfet ve saltanatın iadesi maskesi altında bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıdır.
Şeyh Sait, 13 Şubat 1925 Cuma günü kalabalık bir atlı grubu ile Dicle (Piran)'ye
gelmiş, buradaki camilerde verdiği vaazlarda "...medreseler kapatıldı, din mektepleri Millî Eğitim'e bağlandı. Gazetelerde birtakım dinsiz yazarlar dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün elimden gelse, bizzat dövüşmeye başlar ve dinin yükseltilmesine gayret ederim..." demek suretiyle ayaklanma hareketinin ilk işaretini vermişti.
Şeyh Sait isyanından beş yıl sonra, 23 Aralık 1930 tarihinde Menemen'de meydana gelen gerici ve irticaî olayda da başta asilerin başı Mehdî Derviş Mehmet olmak üzere bir kısım yobaz mürteci grubu Menemen sokaklarında ve olayın meydana geldiği Belediye Meydanında halka hitaben "...Din elden gidiyor, kâfirler bizi dinimizden ayırmaya çalışıyorlar, şapka giymeye zorluyorlar diyerek ..." halkı ayaklanmaya teşvik etmişti.

Şeyh Sait, kardeşi Şeyh Abdurrahim ve adamları Dicle (Piran)'de bazı mahkumları tutuklamak üzere gelen Ütğm. Hasan Hüsnü Efendinin komutasındaki Jandarma müfrezesine karşı ateşle mukabele etmiş; müfrezeden bir şehit ve iki yaralı verilmişti.

Şeyh Sait'in adamları sopaların ucuna yeşil bayrak ve Kur'an asarak "Sallallah
Muhammed..." diye bağırmaya başlamışlardı. Cumhuriyet tarihine "Şeyh Sait isyanı" olarak geçecek hareket fiilen başlamıştı.

Mustafa Kemal ATATÜRK, Nutuk'ta "...birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyyitlerin,
çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, kaderlerini ve hayatlarını
falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacıların ellerine bırakan insanlardan
meydana gelmiş bir topluluğa bir millet gözüyle bakılabilir mi?" demek suretiyle bu konuda hassasiyetini dile getirmişti.

Şeyh Sait ve adamları Dicle (Piran)'de isyanı başlattıktan sonra 15 Şubat 1925
tarihinde Genç vilayetini ele geçirmiş, daha sonra Diyarbakır'ın Lice ilçesine yakın Fıs boğazında ayaklanmaya müdahale etmek üzere görevlendirilen 21 nci Süvari Alayı'nı pusuya düşürmüştü. Bu alayı takviye için gelen diğer birlik komutanı Yb. Hüseyin'i de şehit etmişlerdi. Bu olay asilerle ordu birliklerinin ciddî olarak ilk karşılaşmaları olmuştu.

Asi grubu ellerinde yeşil sancak ve göğüslerinin üzerinde Kur'an-ı Kerim olduğu halde bankaları, evleri, dükkanları basıp soyarak kendilerince "hak yolunda" ilerliyorlardı.

Türklerden tanrı adına teslim olmalarını istiyorlardı. Halifelik olmadan Müslümanlığın da olmayacağına dair bildiriler dağıtıyorlardı. Şeriat geri getirilmeli idi...

Hainler, 19 Şubat 1925 tarihinde Diyarbakır'ın ilçesi Hani'yi, 25 Şubat 1925'te Elazığ vilayetini ele geçirmişler; önce Jandarma binası ile bazı askerî tesisleri daha sonra evlen ve mağazaları işgal edip yağmalamışlardı. Asiler ayrıca hapishanedeki mahkumları serbest bırakarak adliyedeki evrakı da yakmışlardı.
Elazığ'ın düşmesinden sonra asilerin Malatya vilayetini de ele geçirmeleri ihtimaline karşı ATATÜRK, 26 Şubat 1925 tarihinde Malatya yakınında İzoli'de bulunan 17 nci Tugay Komutanı Alb. Osman'a öğüt mahiyetinde verdiği emirde, özetle: "...asiler ciddî muharebe ve çarpışma sonucunda değil, mensuplarının ve müritlerinin çağrısına uymak suretiyle ve bunların kendilerine katılması ile Elazığ'a gelebilmişlerdir. Asilerin silâhı; aldatmayı, bozgunculuğu ve din ile şeriatı vasıta olarak kullanmak suretiyle bilgisizlikten faydalanmaktır. Geçmesi zorunlu olan birkaç günü mevcudunuzu koruyarak kazanmak tercihe değer. Ayrıca, durumunuzun olağanüstü olduğundan ve bunun gereği olarak olağanüstü tedbir almaya zorunlu olacağınızdan beni haberdar etmelisiniz..." demiştir.

Başbakan ismet (İNÖNÜ) Paşa ve Hükümetin TBMM'ye 4 Mart 1925 tarihinde
gönderdiği "Takrir-i Sükûn" kanunu ile irtica ve isyan ile memleketin sosyal nizamını, emniyet ve asayişini bozmaya yönelik bütün faaliyet ve yayınlar yasaklanmış ve bu kanuna uymayanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanacağı hükmü getirilmiştir.

Asilerin esas hedefi Diyarbakır vilayeti idi. Burayı da ele geçirip Kürdistan'ın
bağımsızlığını ilân edeceklerdi. Şeyh Sait asilerle birlikte 7 Mart 1925 gününün
gecesi Diyarbakır'ın dört kapısına birden taarruz etmişti. Ordu birlikleri ile asiler
arasında yapılan şiddetli ve kanlı çarpışmalar sonunda asiler bozguna uğramıştı.

Bu olay ayaklanmanın dönüm noktasını oluşturmuştur.

Ordu birlikleri, 26 Mart 1925 tarihinden itibaren Hınıs, Varto, Elazığ ve Diyarbakır
istikametinde genel taarruza geçmiş ve sonuçta asilerin ele geçirdikleri yerler tekrar geri alınmıştı. Bu suretle, sarsılan, ortadan kaldırılmak istenen devlet otoritesi yeniden tesis edilmiştir.

15 Nisan 1925 tarihinde Genç ilçesinin kuzeyinde sıkıştırılan ve yakalanacaklarını
anlayan Şeyh Sait ile diğer asi liderler, Doğuya doğru Bulanık üzerinden İran'a
kaçmayı plânlamışlar; ancak, Varto güneyinde Çarpuk (Abdurrahman Paşa) Köprüsü civarında birliklerimiz tarafından yakalanmışlardır. Şeyh Sait yakalandıktan sonra Varto'da alınan ilk ifadesinde özetle; "...büyük kuvvetler yetişemez zannettik. Tam müstakil Kürt Krallığının ilânı zamanı idi. Fakat kuvvetler yetiştiler..." demiştir.

Diyarbakır'da kurulan Şark İstiklâl Mahkemesi Başkanı Mazhar Müfit (KANSU)'nun, 26 Mayıs 1925 tarihinde yapılan duruşmada Şeyh Sait'e sorduğu "Diyarbakır'ı almakla ne olacaktı?" sorusuna karşılık olarak Şeyh Sait "...Diyarbakır'ı aldıktan sonra kısas tatbik edecektik. Yalancının dilini, hırsızın elini kesecektik. Din böyle emrediyor. Dünyayı Peygamberin zamanındaki kadar olmasa da biraz iyileştirecektik.

Üstümüze bu kadar asker gönderileceğini tahmin etmiyorduk..." şeklinde ifade
vermiştir.

Sonuç olarak, Şark İstiklâl Mahkemesinin 28 Haziran 1925 gün ve 341 / 69 sayılı
gerekçeli kararına göre Şeyh Sait ile birlikte 48 asi 28 Haziran 1925 gününün gecesi Diyarbakır'ın Siverek kapısında idam edilmişlerdir. Şeyh Sait ayaklanması, can kayıplarının dışında Türkiye Cumhuriyeti Devleti bütçesinin ilk iki yıl açık vermesine, Musul ve Kerkük bölgeleri ile petrollerinin elden çıkmasına ve bu bölgelerin İngilizlerin hakimiyetine girmelerine neden olmuştur.

Menemen (Kubilay) Olayı (23 Aralık 1930)
Menemen'de Kubilay'ın 23 Aralık 1930 tarihinde şehit edilmesine neden olan irtica olayı, İstanbul'da Erenköy Şevki Paşa Köşkü'nde ikamet eden 84 yaşındaki
Nakşibendî tarikatı lideri Erbilli Şeyh Esat ile oğlu Mehmet Ali tarafından hazırlanmış, Manisa Askerî Hastanesi imamlığından emekli olan Laz İbrahim Hoca tarafından da teşvik ve tahrik edilmiş, mürteci Derviş Mehmet ve adamlarınca da hunharca icra edilmiştir."

Şeyh Esat ve tarikatının amacı, Cumhuriyet Hükümeti'ni yıkmak, ATATÜRK ilke ve inkılâplarına aykırı olarak saltanat ve şeriatı getirmek, tekke ve zaviyeleri açmak, şapkayı yasaklayıp yeniden fesin kullanılmasını sağlamaktı.

Menemen olayında önemli etkinliği olan Laz İbrahim Hoca, olaydan önce Erbilli Şeyh Esat tarafından Manisa'ya sözde baş Halife olarak atanmıştır. Anılan şahıs, Manisa ve civarındaki ilçe ve köylerde Nakşibendi tarikatını yaymaya çalışmış; ayrıca, Cumhuriyet ve ATATÜRK ilke ve inkılâpları aleyhine konuşmalar yapmıştır.

Dolayısıyla irticaî hareketlerin oluşmasına ön ayak olmuştur. Laz İbrahim Hoca
tarikatın bir toplantısında da Kubilay'ı şehit eden Giritli Derviş Mehmet'in Mehdîliğini ilân etmişti, Kubilay olayının elebaşısı olan Mehdi Derviş Mehmet ve gerici grubu, 06 Aralık 1930 Cumartesi günü akşamı Manisa'da tatlıcı Hüseyin'in evinde yaptıkları son toplantıda, Menemen'de gerçekleştirecekleri irtica eyleminin plânını hazırlamışlardı.

İrtica grubu, Manisa'dan hareket ederek Paşaköy, Sünbüllerve Bozalan köylerinden temin ettikleri silâhlarla birlikte 23 Aralık 1930 Salı günü sabahı Menemen'e gelmiş ve buradaki Müftü (Köseköy - Kesikköy) mescidine girmişlerdi. Mürteciler mescitte mihraba asılı bulunan (üzerinde "La ilahe illallah inna fetahneke" suresi yazılı) yeşil bayrağı da alarak olayın cereyan ettiği Belediye Meydanı'na gelerek orada bulunan halka "...Din elden gidiyor, kâfirler bizi dinimizden ayırmaya çalışıyor, şapka giymeye zorluyorlar.." diyerek esnafı dükkânlarını kapatmaya ve kendilerine katılmaya zorlamışlardı.

Mehdi Derviş Mehmet, ayrıca, "kendisinin peygamber olarak geldiğini, şeriatı yerine getireceğini, Menemen'in 70 .000 Müslüman (Bazı yayınlarda 70.000 Arap askeri, bazı yayınlarda ise Halife ordusu tabiri kullanılmaktadır) tarafından kuşatıldığın, Şeriat Bayrağı altına girmelerini, girmeyenlerin kılıçtan geçirileceğini, askerin silâh atamayacağını, kendilerine top ve merminin işlemeyeceğini..." ifade ederek halkı ayaklandırmıştı.

Mürteci grubunun meydandaki bu eylemlerine Menemen Jandarma Bölük Komutanı Yzb.Fahri Bey müdahale ederek dağılmalarını istemiş; ancak, bu gerici ve yobaz grubu ile orada bulunan halk dağılmamıştır. O sırada Mehdi Derviş Mehmet, Yzb.Fahri'ye " Ben Mehdiyim. Şeriatı ilân ediyorum. Bana kimse mukavemet edemez.

Karşımdan çekil !" demiştir. Mehdinin bu sözü orada bulunan Menemen halkının
bazıları tarafından alkışlanmıştır.

Ayaklanan bu gerici topluluğun tehlikeli hareketlerini ilk seferde kontrol altına
alabilmek amacıyla Menemen'de konuşlu 43 ncü Piyade Alayından P. Atğm. Mustafa Fehmi Kubilay görevlendirilmişti. Kubilay eratın cephane almasını beklemeden 26 mevcutlu müfrezesi ile birlikte olayın cereyan ettiği Hükümet Konağı'na (Belediye Meydanında) doğru hareket etmişti.

Kubilay olay mahalline gelmiş, müfrezesine süngü taktırmış ve erleri müfreze
çavuşunun komutasına bırakarak ayaklanan mürtecilerin yanına gitmişti. Meydanda Mehdi Derviş Mehmet ile karşılaşmış ve kendisine "yaptıkları hareketin suç olduğunu ve bu kanunsuz eyleme son vermelerini, kan dökmeden buradan çekip gitmelerim" söylemiştir. Ancak, bu arada yere düşmüş ve Mehdi Derviş Mehmet'in mavzer kurşunu ile yaralanmıştır (bazı kaynaklarda mürtecilerden birinin silâhından atılan mermi ile yaralandığı belirtilmektedir).
Olay mahallinde bulunan Kubilay'ın müfrezesi irticaî gruba ateş açmış; ancak,
silâhlarında manevra mermisi bulunduğundan dolayı etkili olamamıştı. Bunu fırsat bilen Mehdi Derviş Mehmet ise, "bakın bana mermi işlemiyor." diyerek daha da cür'etlenmişti. Kubilay, ağır bir şekilde yaralanmıştı. Kubilay, meydandaki hükümet binasına girmek istemiş; fakat, binanın giriş kapısı kapalı olduğu için girememişti. Bu nedenle, hükümet binasının hemen yanındaki Kazez Camii bahçesine girmişti. Mehdi Derviş Mehmet, Şamdan Mehmet ile birlikte Kazez Camii bahçesinde bitkin bir vaziyette bulunan Kubilay'ın başını gövdesinden ayırmış; yeşil bir bayrağın tepesine takmıştı. Böylece, Cumhuriyet ordusunun kahraman bir subayı, asil Türk evladı Kubilay canavarca bir hisle şehit edilmiş, cehalet ve taassubun kurbanı olmuştu.

Mehdi Derviş Mehmet ve irticaî cani grubu, bu cinayetle yetinmeyip Kubilay'ın başını Menemen sokaklarında dolaştırmış, bu sırada kendilerine müdahale eden Şevki ve Hasan adlı kahraman iki bekçiyi de öldürmüşlerdi. Olay yerinde toplanan 250 - 300'e yakın ahali ise Kubilay'ın şehit edilmesi esnasında donuk, hissiz ve seyirci kalmış; hatta bir kısmı olayı tasvip edercesine alkış tutmuştu.
Bu menfur olaya müdahale etmek üzere 43 ncü Piyade Alay Komutanlığınca Yzb.
Ragıp Çaldıran Bey ile Yzb. Abdüibahri Bey'in komutalarında makineli tüfekle
takviyeli iki bölük görevlendirilmişti. Bölük Komutanlarınca şehir içinde en önemli
bina, tesis, yol ve kavşaklarda gerekli önlemler alındıktan sonra halkın dağılmaları, evlerine gitmeleri, aksi takdirde ateş edileceğine dair uyarılar yapılmıştı. Ancak, bu uyarılara uyulmadığı gibi gericilerin "Bize kurşun işlemez, biz şeyhiz, dervişiz..." demeleri üzerine ateş açılmış ve bu ateş esnasında Kubilay'ı şehit eden Mehdi Derviş Mehmet ile birlikte Sütçü Mehmet ve Şamdan Mehmet öldürülmüşlerdi.

Türk Ordusunun kahraman subayı Kubilay ile Cumhuriyet rejiminin sadık bekçileri Şevki ile Hasan'ın cenazeleri, 24 Aralık 1930 tarihinde kendilerine yakışır bir şekilde yapılan törenle Menemen'e defnedilmişti. Olayın hemen ardından Menemen'de ayyıldız tepede devrim şehidi Kubilay ile Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki adına anıt dikilmiş ve bu anıtın üzerine "inandılar, dövüştüler, öldüler... Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz." ifadesi yazılmıştır.

Olaylardan bir hafta sonra 01 Ocak 1931 tarihinde TBMM'nde Başbakan İsmet
(İNÖNÜ) Paşa olay hakkında özet olarak; "...Kubilay olayı yüzlerce seneden beri dini siyasete alet eden bütün hareketlerin yeniden ortaya çıkmasıdır. Bu zavallılar lâikliğe karşı gelerek şeriat istemektedirler. Gerçekte ise menfaatlerini kaybetmişlerdir. Onu istiyorlar..." demiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa ise, 27 Aralık 1930 tarihinde Gnkur. Bşk. Mareşal Fevzi
ÇAKMAK'a gönderdiği mektupta, özetle, "Kubilay Bey'in şehit edilmesinde
mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkâr bulunmaları bütün Cumhuriyetçi vatanperverler için utanılacak bir hadisedir.

Büyük ordunun kahraman genç subayı ve Cumhuriyetin idealist öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile Cumhurıyet'in hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır..." demiştir.

ATATÜRK, 08 Şubat 1931 tarihinde Ege bölgesinde yaptığı bir gezide de; "...Halkın saflığından istifade ederek milletin maneviyatına tasallut eden kimseler ve onların takipçi ve müritleri elbette bir takım cahillerden ibarettir. Milletimizin önünde açılan kurtuluş ufuklarında fasılasız yoi almasına mani olmaya çalışanlar hep bu müesseseler ve bu müesseselerin mensupları olmuştur. Türk milletinin bunlardan daha büyük düşmanı olmamıştır. Bunların mevcudiyetini müsamaha ile telâkki edenler, Menemen'de Kubilay'ın başı kesilirken lâkaydane seyretmeye tahammül ve hatta alkışlamaya cesaret edenlerle birdir" demiştir.

Menemen olayına karışanların yargılanması ile görevlendirilen Divan-ı Harp Başkanı General Mustafa MUĞLALI, duruşmada bulunan sanıklara hitaben; "tarikatın münevver tabakalarından bu millet çok zarar görmüştür. Tarikatçılar, daima millet ve memlekete kötülük yapmışlardır. Son 400 senelik Türk tarihi tetkik edilirse Nakşibendiler din ve tarikat perdesi arkasında zavallı saf Müslümanları kalpte saklı olan o 'sırla' zehirlemiş ve bu millet sizin aletiniz olmuştur." demiştir.

Menemen olayının elebaşılarından olan ve Müftü Mescidindeki yeşil bayrağı alıp
meydana çıkararak 23 Aralık 1930 gününün sabahından itibaren irtica hareketini
başlatan Nalıncı (Mantarcı) Hasan (idam cezası verilmiş; ancak, yaşının küçük
olmasından dolayı 24 sene hüküm giymiştir) ismindeki mürteci, yapılan
sorgulamasında "... İstanbul'da Laz İbrahim Hoca (duruşmalar sonunda idam
edilmiştir) vasıtasıyla Şeyh Esat'ı ziyaret ettiğini, bir süre Erenköy'deki köşkünde
misafir kaldığını, bu zaman zarfında köşkteki konuşmaların Hükümet aleyhinde
olduğunu, orada bulunan Laz İbrahim Hoca'nın da "Şapkaların atılacağına, feslerin giyileceğine. Halifeliğin geleceğine, tekkelerin yeniden açılacağına" dair sözlerini duyduğunu belirtmiştir.

Olayda yaralı olarak ele geçirilen ve bir müddet sonra idam edilen Emrullah oğlu
Mehmet Emin sorgusunda; Mehdî Derviş Mehmet'in bir toplantıda, "dünyanın Şeyh Esat Hocanın avucunda olduğunu, isterse tufanlar ve fırtınalar yaratıp dünyayı alt üst edecek kudrette bulunduğunu söylediğini, kendisinin de Arabistan'a hatta Çin'e kadar giderek Hz. isa ile birleşeceğini ve oradan Avrupa'ya yönelerek Avrupa devletlerini dahi dine davet edeceğini" ifade etmiştir.

Mehmet Eminin sorgusunun devamında, Mehdî Derviş Mehmet'in "Hz. Peygamber
de bu esrardan içti ve öylece miraca çıkarak Allah ile görüştü" diyerek orada
bulunanlara devamlı zikrettirerek esrar içirdiğini, Mehdî Derviş Mehmet'in
Menemen'de "Kutbülak tap (Allah'ın vekili) Esat Hoca'ya ve umum şeyhlere telgraf çekeceğiz. Hükümeti işgal edeceğiz, tekkeleri açacağız. Hükümeti iki ay tatil edeceğiz. Manisa, Ankara ve daha başka vilayetleri de işgal ettikten sonra İstanbul'a halifeliği iade edeceğiz..." dediğini söylemiştir.

Manisa'dan Giritli Küçük Hasan'ın (hakkında mahkemece idam kararı verilmiş; ancak, yaşı küçük olduğundan 24 sene hüküm giymiştir) yapılan sorgulamasında; " Bozalan köyünde Mehdî Mehmet ve arkadaşlarına iki adet silâh verildiğini, bu köyde bir hafta kadar kaldıklarını, zikir ederek esrarlı sigara içtiklerini ..." ifade etmiştir.

Mahkeme başkanı General Mustafa MUĞLALI, bir sanığın "Vallahi efendim...Ben
namaz bile kılmıyorum. Oruç tutmadığıma dair şahitlerim vardır." demesi üzerine
General MUĞLALI da; "Biz camilerin kapısına içerisi yasak diye çifte nöbetçi mi
diktik? Minarelerin kapılarını mı ördürdük? Müezzinler beş vakit ezan okuyor. Gürül gürül mukabele okuyor. Ramazanda toplar atılıyor. O halde dinin elden gittiğini söyleyenlerin ya gözleri kör ve kulakları sağırdır yahut da onlar bu safsata ile kötülükler yapmak istiyorlar.” demiştir.

Mahkemece hakkında idam kararı verilip çok yaşlı olduğu için 24 sene hüküm giyen; ancak, tutuklu bulunduğu sırada ölen Erbilli Şeyh Esat'ın yapılan sorgulamasında "...Nakşibendi tarikatmdayım. 60 senedir bu tarikata mensubum. Ancak, Hükümetin çıkardığı tekaya (tekkeler) ve zevaya (zaviyeler) kanunundan sonra tarikatla bir ilgimkalmadı. Erenköy'deki yalıda sade bir hayat yaşamaktayım" demiş; masum olduğunu, Hükümete karşı olmadığını sözlerine eklemiştir.

Yukarıdaki ifadeler dikkate alındığında, Menemen Olayının hazırlayıcısı olan
Nakşibendi tarikatı lideri Şeyh Esat'ın yurt dışı bağlantısı ile ilgili olarak Askerî
Mahkeme Başkanı General Mustafa MUĞLALI, verdiği beyanatta "Şeyh Esat, hilâfet komitesiyle alâkasına dair bir itirafname hazırlıyordu. Bu münasebetle İngiliz casusu Lavrens (LAWRENCE) ile münasebette bulunduğunu da doğrulamaktaydı. Fakat, hastalığı bunu yazıp bitirmesine mani olmuştur." demiştir.

Diğer ayaklanma olaylarında olduğu gibi "Menemen Olayı'nda da Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini din kurallarına dayandırma, siyasî veya kişisel çıkar sağlama, din ve din duygularını istismar ederek halkı ayaklandırma, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yıkarak yerine Şeriat Devleti kurmayı amaçlayan gerici hainlere karşı devletin meşru güçleri gerekli tedbirleri almış ve suçlulara hak ettikleri cezaları vermiştir.

0 yorum :